tag:blogger.com,1999:blog-65926592074156590352024-02-20T16:19:08.061+03:00çatlaklar tekkesiKavramak geçmişi bilgelikle, Yaşamak bugünü coşkuyla ve Uzanmak geleceğe ümitle ...AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.comBlogger28125tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-22133580036284857142012-07-01T14:29:00.000+03:002012-07-01T14:36:53.719+03:00Yesrib'den Medine'ye ...<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjlocx29CBR1aLSVVpOFAiG0mItdxlMTOtLnyDqXV6aZ4nsrQl42y0bDgHEY6YFSrEVtK9EugHkTC6mn_UaJbVzLhXcY46Iz2UYp5iOtxZK4H2IHZlP9EqEJmGDMUVIwO2gnCPcMljSygtf/s1600/vaha-300x225.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjlocx29CBR1aLSVVpOFAiG0mItdxlMTOtLnyDqXV6aZ4nsrQl42y0bDgHEY6YFSrEVtK9EugHkTC6mn_UaJbVzLhXcY46Iz2UYp5iOtxZK4H2IHZlP9EqEJmGDMUVIwO2gnCPcMljSygtf/s1600/vaha-300x225.jpg" /></a></div>
Bir şehir düşünün kamplara bölünmüş. Bir şehir düşünün yüzyıllık kinler ve savaşlarla sarsılmış. Bir şehir düşünün acılar insanların bütün benliklerine işlemiş. Bir şehir düşünün ki sakinlerinin sakinlikten uzak. Ve kimse yarınından emin değil. Bir şehir düşünün küçük bir tartışmanın yüzyıllık kan davalarına dönüştüğü. Bir şehir düşünün ön yargıların yüce dağlardan daha yüksek olduğu. Bir şehir düşünün dostluk bir anlamını yitirmiş bir kelime olduğu. Ve iki kişiyi ancak menfaat birliğininin bir araya getirdiği.
<br />
<br />
İşte Yesrib de böylesi bir şehirdi. Belki de o bölge için bereketli sayılabilecek toprakları olmasaydı hiç kimse orada durmazdı. Birbirlerine güç yetirebilselerdi herhalde yine her şey çok farklı olurdu. Ya kimi kimini kovardı, yada kimi kimini köle ederdi. Tarih boyunca hep birbirlerini yemişler ama birlerini yenememişlerdi. Bir birleriyle didişip durmuşlar ama bir türlü birbirlerine güç yetirememişlerdi.
<br />
<br />
On beşbin kişilik kalabalığın doldurduğu evler yığını olan bu şehir, gerçekte hiç bir zaman bir şehir olamamıştı. Kendisini birleştirecek ve kimliğini verecek en azından bitmek bilmez kavgalara son verip yaşanılacak bir yer olmasını sağlayacak bir bakış açısına ne kadar da muhtaçtı.
<br />
<span class="fullpost"><br />
Ve derken bir hac günü o bölgede ki pek çokları gibi Yesribliler'den de “gücü yeten ve ona yol bulan” bir grup İbrahim'in çağrısına kulak vermişlerdi. Ve dünyada yapılan ilk mabedin hatırasını ziyarete gelmişlerdi. Gerçi bu ziyaretler pek çoğu için sadece foklorik ve kültürel bir gezindiydi. Ama binler yine de gelmişlerdi. Yesriblilerin dikkatlerini panayırda çadır çadır dolanıp kendisine omuz verecek vicdanı uyanık birilerini arayan bir “mecnun” çekmişti. Onu dinledikçe söylediklerinin pek de “mecnun” işi olmadığını da farketmişlerdi.
<br />
<br />
Bu sesin sahibi, işi gücü insanların duygularını sömürmek olan ve onları sürekli tahrik ederek kendilerine yol ve menfaat bulan “<b>demagog</b>” ve “<b>ajitatörlere</b>” hiç benzemiyordu. O insanlara vicdanlarının zaten söyledikleri şeyleri söyleyip onları “<b>insan</b>” olmaya çağırıyordu.
<br />
<br />
Mesajında vicdanlarını susturmaya çalışanlar dışındakilerin kayıtsız kalamayacağı çok sade fakat cazibeli bir yön vardı. Söylediklerini duyan hiç kimse bunlar yalan veya yanlış diyemiyordu. Sadece vicdanına kulak tıkayanlar “<i>bunlar eskilerin masalları</i>” diyerek O'nu hafife almaya çalışıyorlardı. Oysa O “<i>eskilerin masallarını</i>” çok başka bir açından anlatıyor ve abartıya boğmuyordu. O sadece hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor ve insanı vicdanıyla baş başa bırakıyordu.
<br />
<br />
Yesribliler'den bir grup diğerlerine “<i>bu sakın Yahudilerin sürekli bahsedip durduğu olmasın</i>” diye sormaktan kendilerini alamadı. <b>Olur muydu olurdu</b>. Bir başkası “<i>biz Ona Yahudilerden önce tabi olalım da bize karşı hiç bir kozları kalmasın</i>” diyordu.
<br />
<br />
Derken O'nunla özel olarak görüştüklerinde, oturup kalkmasından, konuşup susmasından O'nun “O” olduğu hususunda hiç bir şüpheleri kalmamıştı. Ve O'na tabi olduklarını bildirip yanlarına bir eğitmen vermesini ve onları bir sonraki seneye beklemesini istemişlerdi. Buna birinci AKABE biyatı dendi.
<br />
<br />
Zaman zaten su gibi akar geçerdi. Nice yiğitlerin ve nice güzellerin suyunu sıkar posasını bir kenara atardı. Yine öyle oldu ve göz açıp kapayıncaya kadar bir sonraki sene geldi. Bu sefer çok daha kalabalıklardı. Zira Mus'ab kişiliğiyle onlara örnek olmuş ve Yesrib'de Medine'nin tohumlarını atmıştı.
<br />
<br />
AKABE'de ikinci kere toplandıklarında “<i>gel! seni çocuklarımızı koruduğumuz gibi koruyacağız!</i>” demişlerdi. Ve gerek Uhud'da gerek bütün grupların toplanıp onları boğmaya geldiği “<b>ahzap</b>” günü bu sözlerinde durduklarına tarih şahitti.
<br />
<br />
Artık yeni mekan belli olmuş Allah “<b>yol yürümek</b>” yeni bir “<b>hayat kurmak</b>” gayretinde olanların yollarını açmıştı. Ve yavaş yavaş vicdanlarına kulak verenler Yesrib'in yolunu tutmuştu. Yanında “yoldaşıyla” kendisini boğmaya çalışan şehirden ayrılırken bile o şehirde kendine güvenenlere karşı yüklendiği sorumluluğu ihmal etmedi. Oysa “sizden yalanlamadan ve ihanetten başka bir şey görmedim” diyebilirdi. Ve bütün emanetleri alıp götürebilirdi. Veya onları oracıkta bırakıp kaçabilirdi. Oysa O ardında, yatağında “<b>vekilini</b>” bıraktı. Vekili de hiç bir korku ve endişe duymadan O'nun yatağına girdi. Ve bütün görevlerini hakkıyla yerine getirdi. Çünkü O'nun vekili ancak öyle biri olabilirdi.
<br />
<br />
Derken “<b>yoldaşıyla</b>” Yesribe geldi. Ve ilk iş olarak Yesrib'de yaşayan bütün gruplarla bir anlaşma yaptı. Artık müslüman-putperest, arap-ibrani herkes kendi işine bakacak kimse kimsenin kuyusunu kazmaya çalışmayacaktı. Böylece insan gibi geçinip gideceklerdi. Bu birilerinin zihnindeki gibi güç kazanana kadar bir ara dönem değildi. Böyle diyenler ancak kendi bozuk niyetlerini kusarlardı. Zira kendileri olsa öyle yaparlardı. Oysa O “<b><i>el-Emin</i></b>” olandı. Ve O asla ikircikli bir ruh halinde olmadı. Hayatının hiç bir döneminde asla kuzey derken güneyi kast etmedi. Ama kardeşçe yaşamak ne kadar da zordu. Hele çatışmadan beslenenler için asla kabul edilemezdi.
<br />
<br />
O kimseyle ne putperest diye ne de Yahudi diye asla savaşmadı. Çünkü on beşbin kişilik şehirde müslüman topu topu bin beş yüz kişiydi. Üçte biri Yahudi gerisi de Putperestti. Onun savaştıkları O'na yaşam hakkı tanımayanlardı. Ve kendini boğmaya çalışanların gardını düşürdükten sonrası O'nun için “<b><i>haddi aşmaktı</i></b>”. Ve ondan sonrası “<b><i>bugün hiç bir başa kakma ve hor göme yoktur</i></b>” sözünde saklıydı.
<br />
<br />
Ve sonra Yesrib'de bir mescid ve bir de pazar yeri tesis etti. Onun mescidi bizim tapınaktan bozma camilerimize hiç benzemezdi. O'nun mescidi tapınma mekanı değil fakat ibadet eksenli bir buluşma mekanıydı. İnsanlar orada birbirleriyle buluşur ve bilişirlerdi. Kim hasta kim aç, kim zengin kim muhtaç. Yoksa orada tapın ve kaç diye bir şey yoktu. Çünkü Alemlerden Münezzeh olanın bizim tapınmamıza ihtiyacı yoktu. Fakat bizim “<b>insan</b>” olmak için O'na ihtiyacımız vardı.
<br />
<br />
O'nun mescidinde kimsesizler kendilerine sahip çıkacak kimseleri bulurlardı. Yaralılar O'nun mescidinde yaralarına merhem bulurlardı. Açlar O'nun mescidinde karınlarını doyururlardı. O'nun mescidinde dertliler dertlerine derman bulurlardı. Onun mescidi yurtsuzlara yurt olurdu. O'num mescidi zamanla Yesribin kalbi oldu ve O kalp ne kadar güçlü atarsa Yesrib de o kadar “<b><i>ruh</i></b>” kazandı. Ve o kadar MEDİNE oldu.
<br />
<br />
Dedik ya bir de pazar açmıştı. Bu pazarda yer, köşe kapma veya tutma yoktu. Erken gelen istediği yere yerleşirdi. Böylece kimse kayrılmadı ve kimsenin kayrılmasına da müsaade edilmedi. Bu toplumu dinamikleştirdi. Kimse bu devran böyle gelmiş böyle gider diyemedi. Bende çalışırsam gayret sarfedersem bende bir şeyler yapabilirim derdi. Bunu diyemeyenler ve itibar isteyenler bu pazar yerinden kurtulmak istedi. Ve oraya ateşe verdi. Bunun üzerine daha büyük bir mekan pazar yeri olarak seçildi.
<br />
<br />
Bu pazarda malları büyük küçük diye ayırıp ayrı ayrı satmak da yoktu. Böylece herkes hepsinden yiyebilsindi, alabilsindi. Bu pazarda pazarlık da “<b>sünnet</b>” değildi. O “<i>ne hak ediyorsan onu söyle fazla isteyip de sonra sonra iyice öldürme</i>” diyordu. Pazardaki fiyatlara müdahale etmesini isteyenler de hedeflerine ulaşamamışlardı. Çünkü O “fiyatları belirleyen Allah'tır” diyordu. Ama Onun şehrinde “<b>piyasa tanrılığına</b>” soyunanların çokça yaptıkları “<b>stokçuluk</b>” ve “<b>karaborsacılık</b>” da yasaktı.
<br />
<br />
Bu imtiyazsız pazar ve insanları kaynaştıran sınıfsız buluşma mekanı birilerinin çok zoruna gitmişti. Çatışmadan beslenenler, insanların insan gibi geçinmesinden pek rahatsız olmuşlardı. Entrika üzerine entrikalar üretmişlerdi. Önce suikast denemeleri yapıldı. Olmadı başka birilerini savaşa tahrik etme manevraları. “<b><i>Fitne ateşi</i></b>” hep “<b><i>onu tutuşturanları</i></b>” yaktı. Netekim “<b>neye niyet neye kısmetti</b>”. O ve ideali her sarsıntıdan daha da güçlenerek çıktı. Sonuçta insan ne planlarsa planlasın “<b><i>hüküm Allah'ındı</i></b>”. Ve O, “dosdoğru” olanların yardımcısıydı. Küçük ayak oyunları yapanlar ancak <b>küçük</b> kimselerdi. Ve her oyun, bir gün yapana geri dönerdi.
<br />
<br />
O asla haktan, adaletten ve merhametten ayrılmadı. Adam kayırıcılık asla yapmadı. İhtiyaç ve ehliyete göre insanlara muamele etti. Sonunda birbirini yiyenler mekanı Yesrib, kimsenin gelecek kaygısı duymadığı MEDİNE halini aldı. Yesrib O'na ve O'nun “<i><b>insanları tarağın dişleri gibi eşit</b></i>” gören idealine sahip çıktıkça MEDİNE oldu. O'ndan uzaklaşıp “<b>bazıları daha eşittir</b>” dedikçe Yesribleşti.
<br />
<br />
Peki biz, hangi ideali yaşamakta ve yaşatmaktayız? İnsanların birbirlerini yediği, birbirine kazık atmayı yaşam kuralı görenlerin yolundan mı yürüyorduk? Yoksa “ne aldanan ol nede aldatan” diyenlerin yolundan mı yürüyorduk? Bize göre “<b>insan insanın kurdu</b>” muydu? Yoksa “<b><i>Allah'ın kulları kardeş olmalı</i></b>” mıydı? Bize göre evrimin son aşaması “<b>homo ekonomikus</b>” muydu? Yoksa insan evrimin son aşaması “<b>insan-ı kamil</b>” miydi? Biz başka şey düşünüp başka şey söyleyip başka şey yapanlardan mıydık? Yoksa “<b><i>özü sözü birlerden</i></b>” miydik? Bir kereden bir şey olmaz “<b><i>sonra tövbe eder salihlerden oluruz</i></b>” mu diyorduk? Yoksa “<i><b>ben nefsimi temize çıkaramam muhakkak ki Rabbimin merhamet ettikleri dışında nefis kötülüğü mü emreder</b></i>” diyenlerdeniz? Bencillikten benliği yananlardan mıyız? Yoksa diğer kamlığıyla dünyaya hayat verenlerden miyiz?
<br />
<br />
Bizim “İstanbulumuz”, “Kandaharımız”, “Karaçimiz”, “Tahranımız”, “Şamımız”, “Kahiremiz”, “Bağdatımız”, “Trablusgarbımız”, “Marakeşimiz” “Darusselamımız”, “Sanamız”, “Dubaimiz” “Mekkemiz” ve hatta “Medinemiz” ne kadar “O'nun MEDİNESİ”? Yoksa yaşadığımız kocaman bir yalan ve hepsi YESRİBİN birere şubesi mi?
<br />
<br />
<b>Şu halde gerçekçi olup imkansızı isteyenlere selam olsun! </b></span>AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-55339235170242489662010-10-05T00:12:00.006+03:002010-10-07T22:18:24.873+03:00Mümin deme Müslim de!<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEinkAH09s9JQpXHWmR4shxPZATI5iDEb7we_rdCSBhZK2qPYfLD2T3FJHUSPkuIJIRvRTdby_U1b5tBe-jOK2Mhzb573L0xrqRP_xlUBqpCV1MW-eG0w1uIgoNZsqg7DyFeB7S2fzA8mLOx/s1600/esher_4.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEinkAH09s9JQpXHWmR4shxPZATI5iDEb7we_rdCSBhZK2qPYfLD2T3FJHUSPkuIJIRvRTdby_U1b5tBe-jOK2Mhzb573L0xrqRP_xlUBqpCV1MW-eG0w1uIgoNZsqg7DyFeB7S2fzA8mLOx/s200/esher_4.jpg" width="136" /></a></div>Biz insanlar aynen diğer canlılar gibi yaşamak için bizden daha önce bu hayatta tecrübe kazanmış ve dolayısıyla bilgili gördüğümüz benzerlerimizi takip ve taklit eder ve böylece daha kaliteli bir hayat yaşayacağımızı ümit ederiz.<br />
<br />
Bu takip ve taklit etme akıllıca bir iş olup, doğumumuzdan itibaren benliğimize yerleşen temel reflekslerin başlıcasıdır. Küçük bir çocukken anne, baba ve büyük kardeşlerimizi taklit eder ve onlar gibi hareket etmeye sesler çıkarmaya çalışırız, ilk etapta bunların niçinini anladığımız söylenemez ama hareketleri yaptıkça ve sesleri çıkardıkça aralarındaki farkları fark etmeye ve aynı görünen şeylerin gerçekte çok farklı şeyler olduğunu anlamaya başlarız.<br />
<br />
Büyüdükçe buna devam ederiz, tabi olduğumuz gruba göre giyinir, o grubun kelimeleriyle ve hatta cümle kalıplarıyla konuşur ve o grubun tavırlarıyla tavır alırız. Bunlar hep taklit sonucu oluşan durumların ifadeleridir ve aslında bu durum sonsuz yaşama ve her şeyi kontrol etme arzusundaki biz “<b>aciz</b>” ölümlüler için gayet normaldir. Zira akıl başkalarının tecrübelerini tecrübe etmemeyi insana söyler ne var ki insanlar çoğunlukla hakkaniyeti değil “<b>işlerine geleni</b>” önemserler. Ve aslında peygamberlik de insanların tam bu özellikleri sebebiyle zaruridir. İnsanlar peygamberler sayesinde hayatı yaşarken hakkaniyet merkezli farklı pratiklerin de mümkün olduğunu görme ve onları taklit ederek pratikten emin olma imkanına kavuşa bilirler.<br />
<span class="fullpost"><br />
Bu bağlamda insanın hiçbir şeyi yaşamadan, uygulamadan, pratiğe dökmeden sadece ön kabullerle, mantık yönlendirmeleriyle anlayamadığı buna karşın ancak yaşadıklarını, tattıklarını, dokunduklarını ve hissettiklerini gerçekten anlayabildiği ve onlardan kesin bir şekilde emin olabildiği hakikatiyle karşı karşıya kalırız. Ve aslında bu mantık yönlendirmeleriyle kabul ve hissetme sonucu oluşan emin olma arasındaki fark gerçekte müslüman olma ve mümin olma arasındaki farktır. Ve bu fark ilahi nefeste “<i>bedeviler iman ettik dediler deki iman etmediniz daha iman kalplerinize yerleşmedi, lakin islam olduk deyin</i>” ve “<i>iman edenler ancak o kimselerdir ki Allah'a ve Rasulüne iman ettiler ve sonra hiçbir şüpheye düşmediler ve mallarıyla canlarıyla didinip durdular</i>” şeklinde ifade bulmuştur.<br />
<br />
Gerçekte çelişkiler içinde yaşamak biz insanlar için sıradan bir şeydir. Zira biz insanlar günlük yaşantılarımızda bile mantıklı görmediğimiz pek çok şeyi yapmaktan kendimizi alamayız. En basitinde hepimiz bir gün ölüp gideceğimizi biliriz fakat hiç ölmeyecekmiş gibi durmadan, hırsla bu dünyada bir şeyler ele geçirmeye çalışır ve ele geçirdiklerimizi kar geçiremediklerimizi kayıp olarak görürüz. Oysa zaten kaybedilecek olanı kazanmak ve kaybetmek arasındaki fark gerçekte nasıl bir fark olabilir. Aslında bu temel çelişkimiz bizim hayatı yaşamamız gerektiği gibi yaşamamız önündeki en büyük engeldir.<br />
<br />
Bunun temelinde mantıken zorunlu olarak kabul ettiğimiz bir hakikatin bizim hayatımızı yönlendiren gerçek bilincimiz tarafından kabul edilmemesi ve hatta yok sayılması yatar. Ve ilahi nefhadaki “<i>iman kalplerine yerleşmedi</i>” ifadesinde kast edilen de herhalde budur.<br />
<br />
Bu çelişkiye bir başka örnek imam Humeyni'nin “<b>sırrı salat</b>” isimli eserindeki “akıl ile kalbin bilmesi aynı şey değildir, çoğunlukla kalp aklın kabul ettiklerini kabul etmez bunun en güzel örneği herkes bilirki ölüler hiç kimseye zarar veremez, hatta dünyadaki bütün ölüleri bir yere toplasanız hiç kimsenin kılına bile zarar veremezler hal böyleyken pek az kimse ölülerin olduğu bir ortamda sabaha kadar rahat bir uyku uyuya bilir. Oysa ölü yıkayıcılar böyle bir ortamda çok rahat uyuyabilirler. Çünkü onlar akıllarının kabul ettiğinden emin olmuş kimselerdir”. Bu nedenle olsa gerektir ki geleneksel fıkıhta iman “<b>dil ile ikrar kalp ile tasdik</b>” şeklinde ifade bulmuştur. <br />
<br />
Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi kabul etmek ile emin olmak aynı görünmekle birlikte birbirinden çok farklı şeylerdir. Kabul etmek daha çok bir aidiyet ve tabiiyet beyanı, emin olmak ise kabul edilenin ve tabi olunanın içselleştirilmesi ile alakalı bir durumdur. Ve bu yüzden olsa gerektir ki Hz. Peygamber mescidde kendisine gelen bir hediyeyi millete dağıtırken Sad b. Ebi Vakkas'ın “<i>falana da ver, o müminlerdendir</i>” sözünü sürekli olarak “<i>mümin deme müslim de</i>” diyerek düzeltmiştir.<br />
<br />
Bu bağlamda müslim ile mümin kavramları ve bunların somut ifadesi olan müslüman ve müminler benzer görünseler de mahiyet açısından çok farklı şeyleri ifade ederler. Aralarındaki benzerlik tatlı su ile tuzlu su arasındaki benzerlik kadardır. Müslümanlar zahiren kabul ettikleri kurallara bağlılık gösterirken yaptıklarını kitaba uydurmaya özen gösterirler. Buna karşın “<b>müminler</b>” için yaptıkları şeylerde kitaba ve onun ortaya koyduğu genel ruha uymak esastır. <br />
<br />
Müminler ile müslümanlar arasındaki ilişkiler müminler müslümanların somut işlerine müdahale etmeyip onlara manevi destek verdikçe yani sadece iyiliği emrettikçe sorunsuz görünmekle birlikte müminler, müslümanların yaptıkları kabul edilemez şeylere müdahale ettiklerinde yani kötülüğü alı koyduklarında oldukça sorunlu bir hal alabilmiştir. Bunun en güzel örneği de kanaatimce “<b>Kerbela</b>” vakasıdır. <br />
<br />
Bu vaka aslında müslümanların toplum yönetiminde buldukları ve aslında kendilerinden önceki saltanatlardan hiçbir farkı olmayan çözümlere, “<i>dedesinin ayakkabıları eskimeden sünneti eskitilip çöpe atılan</i>” Huseyn'in daha fazla rıza göstermeyi uygun görmemesi üzerine vuku bulmuştur. Huseyn'in nasıl bir anlayışı temsil ettiğini bilen ve bundan kendilerine somut bir kazanç olmadığını gören toplumdaki “<b>itibar</b>” sahipleri Huseyn'i desteklememiş ve Onu yapayalnız bırakmışlardır. Sonuçta Muhammed'in getirdiğiyle ilişkisi deklerasyon düzeyinde olup "<i>iman boğazlarından aşağı inmemiş olanlar</i>" Huseyn'in taraftarı olarak bilinseler bile karşısında yer almışlar buna karşın "<i>iman boğazlarından aşağı inmiş</i>" olanlar Huseyn'e muhalif olarak bilinseler bile Huseynin yanında yer almışlar ve ona "<b>dert ortağı</b>" olmuşlardır. Ve maalesef bu, tarih içindeki bir istisna da değildir.<br />
<br />
Bu adı koyulmamış çatışmanın sebebi müslümanlar ile müminler arasındaki hayata ve kurallara bakış farkıdır. Müslümanlar somut olan ile ilgilenirken müminler onun özüyle ilgilenirler, müslümanlar kelimelerle ilgilenirken müminler onun ifade etmek istediği şeyle ilgilenirler. Müslümanlar için namaz aynen diğer ibadetler gibi bir zorunluluk iken, müminler içinse sevgiliyle buluşma anı yani miraçtır ve diğer ibadetler de aynen sevgiliyle olan muhabbetin ifadesidir. Müslümanlar için kurallar önemliyken, "insanlar şabat için değildir fakat şabat insanlar içindir" ifadesiyle somutlaşanı bilen müminler için ise önemli olan insandır.<br />
<br />
Müminler ve Müslümanların dünyaya bakışları arasındaki farkı en güzel anlatan örneklerden biri Aişe annemiz ile Muhammed Mustafa arasında geçen şu diyalogdur: Muhmmed Mustafa kurbanı ne yaptıklarını sorunca Aişe annemiz "<i>bir but dışındaki her şeyi dağıttık bir but bize kaldı</i>" der bunun üzerine Muhammed Mustafa "<i>desene bir but dışındaki hepsi bizim oldu</i>" diyerek karşılık verir.<br />
<br />
Sonuçta insanın iman etme iddiası bir iddiadır ve ispat gerektirmektedir. Bu yüzden olsa gerek ki ilahi nefhada “<i>siz iman ettik demekle denenmeden bırakılacağınızı mı zannettiniz?</i>” buyrulmuştur. Bizim de bu bağlamda yerimizi bilmemiz, istikamet sahibi olmamız ve imanımızın ispatı olarak “<i>hakkı, sabrı ve merhameti tavsiyede</i>” sabır ile sebat etmemiz gerekmektedir. Diğerlerinin içeriği aynı kopyası olan çözümlerden uzak durmak ve gerçekten fark yaratacak çözümler üretmeye gayret etmek mümince yaklaşımın göstergesi olacaktır.<br />
<br />
<b>Şu halde diğerlerinin “çakması” denilebilecek çözümler üretmekten kaçınıp, O Pakın açtığı yolda gerçekten fark yaratacak çözümler üretenlere ne mutlu!</b></span>AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-10431539818469776662010-07-21T17:00:00.015+03:002010-10-07T22:28:57.618+03:00Tacirin Çatlağı<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjOng3QmUjOcyXUeVQeXq7HVB_LdWXtixDO-lc7r0TTEv6sZfsOP06rItGtqnIB5TmJlvW1BUSK5KM6us1H-JEDF_fg6FueNV9S_j1H9tRbrNMKA7acccCU7sUH_VUkceTqaJndZOOnKxtW/s1600/hasan+ayc%C4%B1n1.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="210" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjOng3QmUjOcyXUeVQeXq7HVB_LdWXtixDO-lc7r0TTEv6sZfsOP06rItGtqnIB5TmJlvW1BUSK5KM6us1H-JEDF_fg6FueNV9S_j1H9tRbrNMKA7acccCU7sUH_VUkceTqaJndZOOnKxtW/s200/hasan+ayc%C4%B1n1.jpg" width="160" /></a></div>Duydun mu Malezya'yı ve İslam'ın oraya nasıl gelip, orada nasıl yayıldığını? İlk taşıyıcıların kimler olduğunu ve neler yaptıklarını? Ve yaptıkları karşısında hangi entrikalarla karşılaştıklarını? Peki anladın mı hakla batıl mücadelesinin bir söylem kavgası, bir propaganda savaşı değil de aslen hayata bakış ve onu kavrayış farkı olduğunu? Ve sonuçta “<i>inanıyorsanız sapıtmışlar size zarar veremezler</i>” ilahi buyruğunun ne anlama geldiğini? Eğer bunları bilseydik daha iyi anlardık herhalde kendilerini “<b>inananlar</b>” olarak tanımlayan bizlerin niçin esen en hafif rüzgarlarda bile allak bullak olup rotamızı şaşırdığımızı?<br />
<br />
Evet aynen kara Afrikanın iç bölgelerinde olduğu gibi bugün Malezya diye adlandırdığımız yerlere ve çevresine de hiçbir islam devleti veya müslüman ordusu gitmemiş ve müslümanlar hiçbir zaman için orada hakim güç olmamıştı. <br />
<span class="fullpost"><br />
Ve aslında kendisini dini yaymaya adamış hiçbir profesyonel misyoner veya tebliğci de oralara yerleşmemiş ve oralarda çalışma yapmamıştı. Zaten profesyonel misyonerler de genellikle ordularıyla birlikte giderler ve ordunun himayesinde çalışırlardı. <br />
<br />
Fakat O bölgelere işi ticaret olan iki “<b>mümin</b>” pirinç tüccarı yerleşmiş ve ticaret yapmaya başlamıştı. Ama bunların ticareti bir başkaydı ve kendileri de genel tüccar tipine hiç mi hiç uymuyorlardı. <br />
<br />
Bilindiği gibi tüccarlar genel olarak toplumlarının en açık göz ve tamahkar insanları olurlardı ama bunların yaptığı şeyleri ancak saflar ve kanaatkarlar ve hatta ellerindekini kazanmak için çok çaba sarf etmeyen inzivadaki dervişler yaparlardı. <br />
<br />
Tüccarlar malı bir kuruş ucuza almak ve bir kuruş fazlaya satmak için diyar diyar dolaşırlardı. Ve alırken fiyatı kırdıkça kırar satarken de şişirdikçe şişirirlerdir. Ama bizimkiler yaptıkları ticarette alırken satanında hakkını da gözetiyor ve onu zor duruma düşürmemeye özen gösteriyorlardı. Ve satarken de malın fiyatını abartmıyor ve fırsat bu fırsat deyip kara borsacılık yapmıyorlardı. Normal tüccarlar daha fazla kar etmek için insanları daha az paraya daha çok çalıştırmanın yollarını ararken bizimkiler çalıştırdıklarına "<i>yediklerinden yedirmenin giydiklerini giydirmenin</i>" yollarını arıyorlar ve "<i>kendileri için istediklerini onlar içinde istiyorlardı</i>". Yani normal tüccarlar kar maksimizasyonu için atmadıkları takla bırakmazlardı ama bunlar optimum bir karla yetiniyorlar ve daha fazlası için insanları asla zorlamıyorlardı.<br />
<br />
Bunlar ne biçim tüccarlardı? Görünüşte onlarda diğer tüccarlar gibi mal alıp satıyorlar, insan çalıştırıyorlardı ve amaçlarına hizmet ettiriyorlardı ama başka bir açıdan bakıldığında bizzatihi onlar gerek çalışanları gerek müşterileri gerekse tedarikçileri olan diğerlerine hizmet ediyorlardı. Ve bu sıra dışı halleriyle aslında “<b>çatlak</b>” veya “<b>kafayı yemiş</b>” unvanlarını hak ediyorlardı. Zaten sözde normallerin kendisine "<i>deli demediği</i>" kişinin imanı da tartışılırdı.<br />
<br />
Zaman içinde “<b>uyanıklarca</b>” iflas etmesi beklenen ve kaale alınmayan “<b>çatlakların</b>” bu tutumları, bölgede yaşayan insanların alış verişlerinde kendilerini “<b>ticari meta</b>” değil de “<b>insan</b>” olarak gören ve gerekli saygıyı gösteren bu tüccarlarla alış verişlerini arttırmalarına neden oldu. Ve bunun sonucunda “çatlakların” ticari kapasiteleri artarken diğer “<b>uyanık</b>” tüccarların kapasiteleri azaldı. Ama “<b>çatlaklar</b>” yaptıkları rekabette diğerlerini yok etmeye çalışmıyor hatta düşene destek olarak onun da ticari hayatına saygı gösteriyorlardı. Fakat bu küçük ve orta ölçekli tüccarları da birbirlerine karşı kışkırtıp hepsini kullanan büyük tüccarların pek hoşuna gitmemişti.<br />
<br />
Gerçi bu çatlaklar için pek de önemli değildi. Onlar için önemli olan kendilerine verilen en büyük sermaye olan ve sürekli kaybettikleri zaman karşılığında kaplarını, daha değerli olanı elde edecekleri amellerle doldurmaktı ve herşey gibi emek ve güçlerinin çoğunu alan ticaret bunun için sadece bir araçtı. <br />
<br />
Aslında ticaret diğerleri içinde bir araçtı ama onların amaçları serveti ve dolayısıyla gücü, iktidarı ellerinde bulundurmak ve hakimiyet duygularını tatmin etmekti. Oysa madem ki ölüm vardı kaybedeceğin bir iktidarı ele geçirmeye çalışmak bir serabın peşinde ömür tüketmekten başka neydi. Tabi “<b>uyanık</b>” büyük tüccarlardan bunu anlamaları beklenemezdi. Zira dünya biz gibi onları da tamamen sarhoş etmiş, akıllarını başlarından almıştı.<br />
<br />
Tezgahları bozulmaya başlayan “<b>uyanık</b>” büyük tüccarlar, uyuşturucusu azaldığı için krize giren uyuşturucu müptelaları gibi “<b>çatlaklara</b>” saldırmaya başlamışlardı. Piyasadaki etkinlikleri azaldıkça saldırıları şiddetlendi. Ve sonunda “<b>uyanıklar</b>”, “<b>çatlakları</b>” ticari oyunlarla alt edemeyeceklerini anlamışlardı. Zira artık “<b>çatlaklar</b>” toplumda “azizler” veya bizdeki “ermişler” gibi muamele görmeye ve desteklenmeye başlamışlardı. <br />
<br />
Bu arada aramızda kalsın aslında “<i>ne ticaretin nede alış verişin kendilerine Allah'ı anmayı</i>” unutturamadığı bu çatlakların ortaya koydukları pratikleri, Allah'ın anmanın aslen dil ile değil bizzatihi gündelik hayatı yaşarken ve gündelik işleri yaparken ortaya koyulan pratiklerle olduğunun ifadesiydi. Ve bu da toplumun “<b>aziz</b>” veya “<b>ermiş</b>” dediklerinden beklenendi. Ve bunu ağızlarıyla onayladıkları halde “<b>Allah yokmuş gibi</b>” ortaya koydukları pratikleriyle “<b>Allah'ın var olduğunu</b>" inkar eden bizlerin hafsallarının bunu alması mümkün değildi. Bu durum farkı da gerçekte “<b>iman eden</b>” ile “<b>teslim olan</b>” arasındaki farktı.<br />
<br />
Konumuza geri dönecek olursak “<b>uyanık</b>” tüccarlar “<b>çatlakları</b>” ticari oyunlarla yok edemeyeceklerini anlayınca başka oyunlar oynamaya ve senaryolar yazmaya başlamışlardı. Oysa “<b>çatlaklara</b>” göre onların da hayatta yerleri vardı. Ve “<b>uyanıkların</b>” zannının aksine onlar asla “<b>uyanıkları</b>” yok etmeye çalışmıyorlar fakat onların kendilerine tehdit olarak algıladıkları farklı ve “<b>erdemli</b>” bir pratiğin de mümkün olduğunu tüm insanlara göstermeye çalışıyorlardı.<br />
<br />
Derken “<b>uyanığın biri</b>”, çatlakları “<b>kral</b>” marifetiyle yok etmeyi teklif etti ve senaryosunu ortaya koydu. Senaryoya göre “<b>çatlaklar</b>” bu “<b>erdemli</b>” pratikleri, erdemleri sebebiyle değil aslında halkın desteğini alarak kralı devirmek ve iktidarı ele geçirmek için yapıyorlardı. Aslında bu senaryoyu gerçekleştirmek için gerekli rüşvetlerle saray içindeki müttefiklerinden de destek almışlardı. Ve sonunda kralın huzuruna çıkıp iddialarını ortaya atmışlardı. Kralın huzurunda saraydaki destekçileri de onlarla ağız birliği yapınca kral “<b>çatlakları</b>” cezalandırmayı kabul etti ama önce sorgulanmaları ve yargılanmaları gerekiyordu. <br />
<br />
O dönemde sorgulama ve yargılama demek doğrudan işkence etmek demekti. Ve “<b>çatlaklar</b>” kralın askerlerince tutuklanıp sorulanmaya başlamışlardı. Sorgucuların istedikleri “<b>çatlakların</b>” “<b>kralı devirme iddiasını</b>” kabul etmeleriydi. Oysa onlar böyle bir şeye asla tevessül etmemişler hatta belkide düşünmemişlerdi. Belki kralın da onların iman etmekte olduğu "<b>hakikate</b>" iman edip kendini ve toplumunu kurtarmasını istemişler ve hatta bu yönde dua etmişlerdi. Ama asla kralı devirmeyi ve iktidarı ele geçirmeyi düşünmemişler ve bunun için çalışmamışlardı. Kim bilir belki de içine düştükleri halde aslında muhtemel “<b>dualarının</b>” Allah tarafından kabulüydü (!?).<br />
<br />
Yargılamayı bizzatiihi Kral yaptı, onca işkenceye rağmen “<b>çatlaklar</b>” asla böyle bir düşüncelerinin olmadığını söylüyorlardı. Kral “<b>o zaman niçin diğer tacirler gibi değil de bu şekilde davrandıklarını</b>” sordu. <br />
<br />
Zira normal bir insan zihnine göre insanlar “<b>başka hesaplar</b>” dışında ne için başkalarına bu kadar hoşgörülü olabilir, bu kadar anlayış ve destek verirlerdi. Yine insanlar bu kadar hoşgörülü ve anlayışlı olmalarını sağlayacak kadar dünyadan uzaksalar toplumdan ele etek çekip inzivaya çekilmeleri gerekmez miydi? <br />
<br />
Hem sosyal olup hem dünyadan el etek çekmek olacak şey miydi? Aşikardı ki bu “<b>başka hesapların</b>” göstergesiydi. Aslında kral da diğerleri de vicdanlarında gayet iyi biliyorlardı ki bu pek tabi mümkündü ve hatta olması gerekendi. <br />
<br />
Derken “<b>çatlaklar</b>”, “<b>dinimiz bize böyle emrettiği için öyle yapıyoruz ve biz başka şekilde davranamayız</b>” cevabı vermişlerdi. Halbuki onlarla aynı dinden olduğunu iddia eden bizler dünde bugünde hep diğer “uyanıklar” gibi iş görmeyi marifet biliyorduk. Kral cevap ile “<b>şok</b>” oldu ve “<b>o nasıl bir din öyle</b>” diye sormaktan kendini alamadı. <br />
<br />
“<b>Çatlaklar</b>” da Krala İslamı temel öğretisi olan ve kendilerinin iliklerine kadar işlemiş bulunan Allah'ın birliğini ve üstünlüğünü hayatının geçiciliğini ve amacını, Allah'a hesap verileceğini anlattılar. Derken Allah herhalde muhtemel dualarının kabulüyle olsa gerektir Kral'ın kalbini İslama açtı ve Kral "<b>bu devirde de hala böyle insanlar var mı?</b>" diyerek şaşkınlığını ifade etti.<br />
<br />
Ne gariptir ki her devirde insanlar, hayatın "<b>ihlas</b>" ve "<b>erdem</b>" ile yaşanması hususunda hep böyle düşünmüşler ve o tür insanların hep geçmişte kaldığına inanmışlardır. Oysa insan geçmişte de yaşanan anda da aynı insandır. Konumuza dönecek olursak kral bizim “<b>çatlakları</b>” serbest bıraktı ve onları daha iyi tanımak için yanında tuttu ve bir süre sonrada kendisi onların iman etmekte olduğu hakikate “<b>iman</b>” etti. <br />
<br />
Toplum zaten “<b>çatlakların</b>” pratikleri sebebiyle İslama yani "<b>asıl olana" </b>hakikatinde kendi sahip oldukları inancında altında yatan ve tortuların ve efsanelerin altında kalan öze çok yakındı ve toplumda akın akın müslüman oldu. <br />
<br />
“<b>Uyanıkları</b>” mı sordunuz? Demin demiştim ya “<b>çatlakların</b>” “<b>onları yok etmek gibi bir planları zaten yoktu</b>” diye, onlar ticaretlerine devam ettiler ama artık eskisi gibi olmaları mümkün değildi. “<b>Çatlakların</b>” içtenliği, samimiyeti ve özverileri tüm toplum yanında onları da ister istemez değiştirdi.<br />
<br />
Gökten elma düştü mü bilmem ama bu kıssadan benim payıma düşen hisse, ancak Allah'ın varlığından şüpheleri olmayan müminlerin yani içerinde bulundukları ortamlarda doğru, içten ve samimi pratikler ortaya koyacak kadar kendilerini değiştirmiş olanların iyilikten ve güzellikten yana bir değişimi başarabilecekleriydi. <br />
<br />
Diğerlerinin kendilerinin bile inanmadıkları ve dolayısıyla içselleştirmedikleri ve bir hesabın sonucu olan değişim ve açılımlarının ancak küçük ayak oyunları olduğu ve hakikat adına hiç bir şey ifade etmediğiydi. Aslında bu iddialara kimseyi inandırmaları da mümkün değildi. Zira aslen iddia edenlerin bile inanmadıkları bir şeye diğerleri nasıl inansınlardı.<br />
<br />
Bu yüzden değil mi ki iki “<b>mümin</b>” tacir iyisiyle kötüsüyle bütün Malezyayı değiştirdi de bir buçuk milyar müslüman daha kendi yaşadıkları toplumları bile iyiye ve güzele yönlendirmek adına değiştiremediler. Buna karşın gün geçtikçe kendileri ötekilere daha çok benzemekteler.<br />
<br />
<b>Şu halde bu kıssadan hisse çıkarıp aklıyla kabul ettiğini kalbine de kabul ettirene ve böylece kendi hayatını dönüştürene ne mutlu!</b></span>AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-77417032438972733632010-06-02T16:26:00.001+03:002010-07-21T17:02:46.371+03:00Abartma!<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjdcYlRFlHkJIDsSF8-dZDxE2Yw-WqtxGRhcaSBpRQmqjmRZ3VzcRYpVUcGUK_7HkSYtM-X7T6Vu-q-OT9qZ4YVq_OlvQWkP5U08e-tNPr-vnShT-p8pO49oVVajizm7Kvc9sMKyLkgoynQ/s1600/robin-magnify-72dpi.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjdcYlRFlHkJIDsSF8-dZDxE2Yw-WqtxGRhcaSBpRQmqjmRZ3VzcRYpVUcGUK_7HkSYtM-X7T6Vu-q-OT9qZ4YVq_OlvQWkP5U08e-tNPr-vnShT-p8pO49oVVajizm7Kvc9sMKyLkgoynQ/s200/robin-magnify-72dpi.jpg" width="199" /></a></div>Gerçekte en basit yaşam formları olan virüslerden en karmaşık organik yapılar olan biz insanlar için kainatı anlamlı kılan yegane şey bizzat kendimizdir. Zira biz olmazsak bizim için ne hayat ne de kainat var olacak veya anlam ifade edecekti. Bilinç altı düzeyindeki bu temel kabulün etkisiyledir ki bütün canlılarda “<b>ben</b>” merkezli bir algılayış ve yaşam söz konusudur. <br />
<br />
Yine bu yüzdendir ki bizim canlı dediğimiz yaratıklar (yaratılmışlar) içinde bulundukları yerde ilk olarak kendileri için güvenli alanlar elde etmeye ve bu bölgeyi kendilerini merkeze alarak şekillendirmeye çalışırlar. Her canlının bu şekilde davranması aynı mekanları paylaşanlar arasında ister istemez rekabet doğmasına ve bu rekabet, öncelikle çatışma meydana gelmesine neden olur. Çatışmada her canlı bütün potansiyelini kullanır ve algılarını kendisine çatışmada avantaj sağlayacağını düşündüğü mesajları öncelleyecek ve pek avantaj sağlamayacağını düşündüğü şeyleri öteleyecek ve hatta kendisine dezavantaj sağlayacak mesajları örtecek şekilde düzenler. <br />
<span class="fullpost"><br />
Çatışmalar “<i>düşmanımın düşmanı dostumdur</i>” temel düsturu gereğince ister istemez ittifakları ve dolayısıyla canlıların sosyalleşmesini doğururlar. Sosyalleşme “<b>ben</b>” karşısında çok daha geniş ve esnek bir küme olan “<b>biz</b>” anlayışının oluşmasını sağlar. “Biz” anlayışının oluşumu kaçınılmaz olarak “siz” ve özellikle de “onlar” anlayış ve kavramlarının oluşumununa neden olmaktadır.<br />
<br />
Her grubun alan mücadelesi çatışmaları büyütmekte ve ittifak arayışları ister istemez, sadece bir tarafın endişe ve korkularını öncelleyen ve diğer tarafı “<b>şeytanlaştıran</b>” propaganda kurumunun oluşumunu zorunlu kılmakta ve propaganda da temelini insanların işlerine geleni işlerine geldiği gibi algılama ve böylece algıda seçicilik ve çarpıtma özelliklerinden almaktadır. Evet, biz canlılar ve özelde de biz insanlar bize yapılan ve genel olarak olumsuz kabul edilen şeyleri ve bizim yaptığımız ve genel olarak olumlu kabul edilen şeyleri abartma eğilimindeyizdir. <br />
<br />
Bu eğilimimiz sebebiyledir ki biz insanlar genel olarak bizim dışımızdaki herhangi bir sebeple parmağımıza batan kıymığı abartıp kazıkmış gibi görme veya gösterme ve fakat kendimiz sebebiyle başkalarına batan kazığı küçümseyip kıymık olarak görme veya gösterme ve gerektiğinde bu şekilde propaganda yapmaya yöneliriz. Oysa ne bizim parmağımıza batan kazık ne de diğerinin parmağına batan kıymıktır.<br />
<br />
Yine sahip olduğumuz bu özelliğimizin yansımalarından biri de kendimizi “<b>biz</b>” algılayışımıza dahil olduğunu düşündüğümüz ve kendimizi ait hissettiğimiz siyasi, dini, ırki grupların veya yapının yaptıklarını çoğunlukla kutsama veya kusurlarını görmezden gelme veya ona mazeret üretme ama “<b>öteki</b>” olarak konumlandırdıklarımızın ise yaptıkları güzellikleri yok sayma, çirkinlikleri de abartma eğilimimizdir. Ve bu abartma ve küçümseme huyumuz bizde o kadar yerleşiktir ki çoğunlukla bunun farkında bile değilizdir. <br />
<br />
Oysa insanı erdeme götüren şey yaptıklarının ne ifade ettiğini fark etmek ve olması gereken her şeyi doğru bir şekilde yerli yerine yerleştirmek ve böylece hakkı adaletle tesis etmek ve merhametle uygulamak olmalıdır. Oysa bizim bu halimiz gerçekte “<b>insanın kendisini bilmemesiyle</b>” alakalı bir durumdur ve dolayısıyla bir yanılsamadır. Gerçekte yalnız kendilerinin kainat içindeki yerlerini bilerek “<i>kendini bilme konumuna ulaşanlar Rablerini bilecek</i>” bilinç düzeyine erişebileceklerdir. Ve yalnızca Rabbleri Allah'ı bilenler kurtuluşa ereceklerdir.<br />
<br />
İnsan kendisini bildiği zaman kendisinin hiç alakası olmadığını düşündüğü köpek balığıyla bile %50 üzerinde genetik ve yapısal benzerliğe sahip olduğunu görecek (bu benzerlik kıkırdaktan bile oluşsa iskelet sistemi, karaciğer, kalp, beyin, mide, kafa, çene, diş sahibi oluşu gibi şeyleri içerir) ve böylece bilinç altında yer alan kendinin eşsizliği düşüncesi ve dolayısıyla kendisini bütünden ayırıp şirke düşüren “<b>kibri</b>” yok olmasa bile aşınacak ve bütünlüğü ifade eden tevhid hakikati karşısındaki durumu daha makul seviyelere gelecektir.<br />
<br />
Bu bağlamda Adem'den Muhammed Mustafa'ya bütün seçkinlerin bizlere taşıdığı mesaj olan <b>tevhid</b> kainat içindeki bütünlüğü ve onun günlük hayatımız içindeki karşılığını ifade ederken, parçalanmayı ifade eden <b>şirk</b> bütünlüğün bozulmasını ve parçaların bütünden ayrılarak birbirleriyle yarıştırılmasını ve bunun hayatımız içindeki karşılığını ifade eder.<br />
<br />
Bu temel felsefi yaklaşım zannedildiği gibi afaki bir düşünce olmayıp günlük hayatımızdaki algılayışlarımızı ve dolayısıyla davranışlarımızı belirleyen asli unsur ve motor gücüdür. Bu yaklaşımımız sayesinde kainattaki yerimizi doğru ya da yanlış konumlandırırız ve tepkilerimizi belirleriz. <br />
<br />
Örneğin parçacı yani şirk temelli bakışa sahip isek başımıza gelen ve bizim kötü olarak algıladığımız şeylere karşı hep “ötekini” suçlar ve isyan ederiz. Bir çatışma diğerini kovalar ve ömrümüz sonu olmayan kavga ve dövüşle geçer fakat sonunda elle tutulur hiçbir şey elde edemeden bu dünyadan göçer gideriz. Ve insan hatalarından ders çıkarmadığında kendini hep “<b>keşke</b>” demek zorunda hissedecek ve keşke diyenler helak olmaktan kurtulamayacaklardır. Bu çatışmacı anlayış aslında dünyada kurulmak istenen bütün birliklerinde (vahdet) başlıca düşmanı ve yok edicisidir. <br />
<br />
Buna karşın bütüncül yani tevhidi bakışa sahip isek “<i>başımıza gelenler elimizle yaptıklarımızın sonucu</i>” olduğunu bilir ve “ne yaptık da Rab bizim ders almamız için başımıza bunu musallat kıldı” sorusunu sorar ve böylece hatalarımızdan ders çıkarma erdem ve nimetine kavuşuruz. Bu bilenler için nimet olarak yeterlidir. Ve yalnız bu bütüncül yaklaşım insanların arzuladıkları birliğe (vahdet) erişmelerini sağlayacak yoldur.<br />
<br />
Yine ancak hatalarından ders çıkaranlar kemale doğru yol alabilirler ve bu “<i>kendini kınayan nefse</i>” yemin edilmesinin bize işaret ettiği şeydir. Hatalardan ders çıkarmak sadece bir ana ve olaya ait olmayıp sabır ve sebatla bütün bir ömre yayıldığında ise insan kemale erecek ve böylece gerek bireysel gerekse toplumsal hayatını anlamına kavuşturacaktır. <br />
<br />
<b>Şu halde kendinin yerini bilen ve yaşadıklarını abartmadan onlardan ders çıkaranlara ne mutlu!</b><br />
<span class="fullpost"></span></span>AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-30892720564747625822010-04-28T14:11:00.005+03:002010-10-07T22:19:23.823+03:00Mühür Sahibi<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhz7I_7yw5yIY4ewNnbQW3_l87YnZNIizkDr89Qu-iAlZKMyy7umu5MugHVI7wF0dnkeul4yYgEiHv6FpM_uMrZUlSQWvcrUjOoItsUq9Io5XprB3UTQwjUoFiddr61WteDjhI1ILBNcau1/s1600/m%C3%BCh%C3%BCr+sahibi.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="145" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhz7I_7yw5yIY4ewNnbQW3_l87YnZNIizkDr89Qu-iAlZKMyy7umu5MugHVI7wF0dnkeul4yYgEiHv6FpM_uMrZUlSQWvcrUjOoItsUq9Io5XprB3UTQwjUoFiddr61WteDjhI1ILBNcau1/s200/m%C3%BCh%C3%BCr+sahibi.jpg" width="200" /></a></div>Biliyorsunuz değil mi bugün Yahudi dediklerimizin “<b>Beni İsrail</b>” yani Yakub'un çocukları olduğunu? Ve Yakub'un seçkinlerden olduğunu? Ve soyununda “<i>bir zamanlar alemlere üstün kılındığını</i>”? Ve nice peygamberlerle ve nihayetinde mesh edilen komutanlar yani Mesihlerle desteklendiklerini? Mesihlerin ilkinin Saul olduğunu ve O'nun Kur'andaki adının Talut olduğunu? Ama toplumunun Onu ailesinin sıradanlığı sebebiyle küçümsediğini ve buna karşı işaretlerle desteklendiğini? Ve Ammoninin kralı Nahaş'ı ve ordusunu perişan ettiğini? Ve Davud'un da yenilemez görülen dev Golyatı bir “<b>taş</b>” ile devirdiğini? Ve Saul'un ardından Mesih olarak insanlar arasında “<b>hak, adalet ve merhamet</b>” ile yani bilgelik ve erdem ile hükmettiğini? Ve kendisine “<i>dağlar ve kuşlar ram edilen</i>” Davud'dan sonraki Mesih'in Süleyman olduğunu ve babasının mührünü ve hayalini bütün dünyaya yaydığını?<br />
<br />
Evet Yusuf'un erdemiyle Mısır'da yönetime gelenlerin çocukları daha sonra hırsları ve küçük ayak oyunlarıyla iktidarda kalmaya çalışmışlardı. Ayak oyunlarının erdeme tercih edildiği yerde Allah'ın yardımı niçin olsundu. Zira Allah'ın “<i>ahdi zalimlere ermezdi</i>”. Ve sonrada ayak oyunlarını daha iyi beceren birileri onların iktidarını alaşağı etti. Böylece İsrail'in çocukları toplumdaki itibarlarını ve yerlerini kaybetmişlerdi. <br />
<span class="fullpost"><br />
Ve nihayetinde diğer mustazaflarla (hor görülenlerle) birlikte içinde yaşadıkları toplumun en alt kesimini oluşturur hale gelmişlerdi. Tarihe sürekli müdahale eden, ezilenlerin feryatları ve dualarını yine cevapsız bırakmamış ve Firavun'un köle ve efendi, müstekbir (büyüklenen) ve mustazaf (hor görülen) temelinde insanları köleleştirme üzerine kurulu düzenini yıkacak olanı, Firavun her yerde ararken O, O'nu köşe bucak arayanın sarayında nadide bir çiçek gibi büyütmüştü. <br />
<br />
Derken Musa öncülüğünde tüm ezilenler özellikle de İsrail'in çocukları Mısırı terk etmişlerdi. Peşlerine düşenler de hor görünenlere kurtuluş yolu olan denizde boğulmuşlardı. Ama daha sonra maddeye tapanların oluşturduğu kölelik düzeninden kaçanlar içlerinden kaçtıkları maddeye taparcasına önem veren toplumun düzenine öykünerek altın bir buzağı yapmışlardı. Üstelik bu oyuncak buzağı ses de çıkarmaktaydı (!?). Aslında onlarda aynen bizim gibilerdi, baskıdan rahata, yokluktan varlığa çıkmışlardı ve her sonradan görme gibi ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Olmadık şeylere özeniyor ve kendilerine bahşedilen sadeliği fantezilerle renklendirmek istiyorlardı.<br />
<br />
Çöldeki sürgün hayatlarından sonra nihayetinde kendileri de bir düzen tutturabilmek için verimli alanlara yönelmişlerdi. Ve çevrelerindeki düzen sahipleriyle olan çatışmalarında kah onlar galip gelmişlerdi kah diğerleri galip gelmişlerdi. Ve nihayetinde Allah'tan kendilerine komutanlık edecek ve onları bir düzene kavuşturacak bir komutan yani bir mesih istemişlerdi içlerindeki peygamber de onlara Allah'ın Saul'u ya da Kur'andaki adıyla Talut'u komutan olarak seçtiğini ilan etti. Ve bunun işareti olarak Talut'un saçlarını yağ ile mesh etti. Artık Talut “<b>Mesih</b>”ti. Ama her yerde olduğu gibi orada da pek çok kişi onu hor gördüğü ve kıskandığı için itiraz etti. Ve Onun Mesihliğinin delili olarak kaybolan ahit sandığı meleklerce getirildi. <br />
<br />
Talut çevresindekilere mücadele öncesi “<i>bir nehirle imtihan edileceklerini ve o nehirden içmeyenin kendisinden olacağını, bir avuç alanların affedileceğini diğerlerininse kendinden olmayacağını</i>” beyan etmişti. Ve pek azı dışında çoğu ondan kana kana içmişlerdi. Bilinmez o nehir bu dünya ve sunduğu nimetleri miydi? Ve bu dünyada erdemli bir hayat sürmek gerçekte kıldan ince kılıçtan keskin bir yolda yürümek gibi miydi? Ve bu nimetlerin içinde olduğu halde onların sevgisini kalbe sindirmemek ne kadar mümkündü?<br />
<br />
Taluttan sonra sıra Davud'a gelmişti. O da erdemle bir yol tuttu ve hak, adalet ve merhamet üzerine bir düzen kurdu. Ama Mesihler çağı Süleyman ile kemal bulmuştu. O önce babasının adımları üzerine harekete başlamıştı. Fakat daha sonra iktidar gördükleri yere üşüşen ve güce tapıp onu ele geçirmeye çalışanların da yönlendirmesiyle gücün sarhoş edici etkisine kapıldı. Ve devletin erdem ile değil de ancak siyasi oyunlarla yönetilebileceğini iddia edenlere uydu. Ve Rab temiz öze sahip olduğu halde sendeleyeni “tahtına bir ceset bırakarak” sarhoşluktan ayılttı. Ve babasını üstün kılanın bencillik ve kibirle beslenen kaba gücün ve siyasi ayak oyunlarının değil ancak erdem ve bilgelikle elde edilebilen yumuşak güç olduğunu idrak etti. <br />
<br />
Bunun üzerine yeniden “<b>hak, adalet ve merhamet</b>” temelinde diğerkam ve hassas bir toplum kurmaya yöneldi. Bu idrakte öncelikle yapılan anlaşılmaya çalışmak değil anlamaya çalışmaktı. Anlayış görmeyi öncellemek değil anlayış göstermeyi öncellemekti. Almaya değil vermeye en azından adil bir şekilde paylaşmaya şartlanmaktı. Yani kendini öncelleyen ve önemli gören “<i>nefsin fısıldadıkları</i>” karşında diğerlerinin de önemli olduğunu idrak etmek ve öylece bir hayat tesis etmekti zira “<i>nefsinin cimriliğinden kurtulan gerçekten kurtulmuştu</i>”. <br />
<br />
Aslında tevhid ile şirk veya hak ile batıl mücadelesi de özünde “<i>kendini ilah edinip</i>” kendine ait şeyleri öncelleyen ile kendisinin ilah olmadığını ve yegane ilahın azat kabul etmez kölesi olduğunu idrak eden arasındaki hayat tesis etme mücadelesinden başkası değildi. Kendini ilah edinmek gerçekte her zorbanın yaptığı gibi kendi yaşadıklarını, düşündüklerini, hissettiklerini abartıp mutlaklaştırmak ve kendi dışındakilere hayat hakkı tanımamak demekti. Oysa azat kabul etmez köleler kendi heva ve heveslerini abartarak öncellemez düşüncelerini mutlaklaştırmaz hakikati bulmak ve hakikatin hayat bulması için ömür boyu çalışır dururlardı.<br />
<br />
Nihayetinde bu anlayış toplumun iliklerine kadar işledi ve toplum öylesine diğerkam öylesine hassas bir hale geldi ki yok etmek için kurulan ordusu bile haksız yere bir karıncayı dahi incitmekten imtina eder hale gelmişti. Ve böyle bir hassasiyete sahip olunması sebebiyledir ki ordu bir “<i>vadiye girdiğinde bir karınca ey karıncalar, yuvanıza girin de Süleyman'ın ordusu bilmeden sizi ezmesin</i>” deme gereği duymuştu. Bunu duyan Süleyman da gülümseyerek kendisine böyle bir toplum ve ordu nasip eden Allah'a hamd etmişti.<br />
<br />
Süleyman'ın herkesin hakkını adaletle gözeten ve merhamet ile veren düzeni ister istemez bir kardeşlik, uyum ve paylaşımı gerektiriyordu. Ve dünyanın her yerindeki toplumlar arasında yaygın bir özlem olarak beliren ve yönetimlerin kendilerince meşruiyet aradıkları “<b>bilge kral</b>” düşüncesi de gerçekte Süleyman'dan ve onun bu düzeninden kaynaklanmaktaydı. <br />
<br />
Bu dönemde Davud'un zıtların uyumunu ifade etmek için birbirlerine geçmiş zıt yönlü iki eşkenar üçgenden oluşan mührü bütün dünyada hakkın, adaletin, merhametin ve bunlara hayat veren bilgeliğin ve erdemin sembolü olarak ve onu yaygınlaştıran Süleyman'ın adıyla tanındı ve benimsendi. Ve O mührün olduğu yerde hiç kimseye değil zulüm asla haksızlık edilmezdi. Düzen devasa kurumlarına karşın erdemli bireylerle hayat bulmakta ve ayakta durmaktaydı.<br />
<br />
Davud döneminde bilgeliğin ve erdemin sembolü olarak başşehirlerine eman yani güvenlik ve barış yurdu anlamına gelen “<b>Yaruşalim</b>” ya da “<b>Darusselam</b>” adı verilmişti. Ve bu şehirde kısas olarak bile olsa her ne şekilde olursa olsun kan dökülmesi yasaklanmıştı. Süleyman buna birlik ve uyumun sembolü olarak <b>Tapınağı</b> ya da bizdeki adıyla “<b>Mescid-i Aksa</b>”'yı ekledi. <br />
<br />
Bu haliyle Tapınak bütün dünyadaki uyumun ifadesi ve hatırasıydı. Fakat hatıranın neyi hatırlattığını göz ardı edip hatıranın kendisini öne çıkarıp, onunla ilişkileri sebebiyle kendilerine meşruiyet ve üstünlük arayanlar hatıranın hatırlattığına en büyük ihaneti etti. Bu sebepledir ki gerek Süleyman sonrası bir süre devam eden birlik çöktükten ve iktidar mücadeleleri başladıktan sonra Yaruşalim'i ele geçirenler gerekse daha sonra şehri işgal eden Romalılar, ilk önce artık anlamını yitirerek boş iktidar çatışmalarına malzeme olmaktan başka bir işlevi kalmayan hatırayı yani Mescidi Aksayı yıkmışlardı. <br />
<br />
Elbette Süleyman'ın bu düzeni O öldükten sonra da bir müddet devam etmişti. Bu nesillerin ardından gelenler öncelikle kurumları ayakta tutanların erdemli bireyler olduğunu unutmuşlardı. Bunu, erdemli olabilmek için insanın kainatın sebepsiz sebebiyle olan o bağa ne derece muhtaç olduğunun göz ardı edilmesi izledi. Kainatın sebepsiz sebebi Allah ile olan bağın en güçlü ifadesinin namaz olduğu görmezden gelinmişti. Allah ile insan arasındaki en güçlü bağ olan “<i>namaz savsaklanınca</i>” herkesin özünde yerleşik “<b>benlik</b>” duygusu semirdi. Ve insanların içini kemiren bencillik kurduna dönüşmüştü. Bu kurt da kin, kibir, riya, hased, cimrilik, düşmanlık ve tamah kurtçuklarını doğurmuş ve semirtmişti. Sonunda hep beraber düzenin içini kemirmişlerdi.<br />
<br />
Böylece üç kuşak boyunca sabır, ilim, erdem, merhamet, hak, adalet ile nakış nakış örülerek kurulan bu muhteşem düzen de yıkılmaktan kurtulamadı. Aslında önemli olan düzen değil insanların bizzat kendileriydi zira erdemli insanlarla beslenmeyen hiçbir kurum “<b>erdem</b>” ortaya koyamazdı. Ve ancak erdemin olduğu yerde uyum yani tevhid ve olmadığı yerde kavga yani şirk vardı. Kavganın sonunda ise “<i>herkes birbirinin hıncını tadardı</i>” ve aynen de öyle oldu. “<i>Herkes birbirinin hıncını tattı</i>”.<br />
<br />
Buna karşı Tapınak gibi mühür de efsaneleşti. Zan edildiki marifet mühürdeydi. Oysa marifet mührü tutan eldeydi. Daha doğrusu o ele hükmeden gönüldeydi. Erdem kaybolup gönül bozulunca elin ortaya koydukları ancak zulüm olabilirdi ve aynen de öyle oldu. <br />
<br />
Şimdide gerek bizden gerekse İsrail'in çocuklarından Süleyman'ın temsil ettiğini temsil iddiası ile meydanda gezenler erdem ve bilgeliğiyle “<b>bilge kral</b>” sözünü çağlar ve nesiller ötesine taşıyan Süleyman'a ne kadar yakın ne kadar uzaklardı? Belki birbirlerine çok yakınlar ama Süleyman'a yıldızlar kadar uzaklardı...<br />
<br />
<b>Şu halde Süleyman'ın bilgeliğinden ve erdeminden nasiplenenlere ne mutlu!<br />
<br />
Salihleri rehber edinenlere ne mutlu!</b></span>AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-15533773905657706322010-03-30T15:59:00.012+03:002010-04-28T14:14:59.356+03:00Kur'an'ın güme giden mesajı<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhWEOLCj_9DOBNhXSpECpfatkRsy_zlMdFJH3fHj2MVnC8cxoCcBoDh2MY1UtRYFyXQFfC9T9iXHcvx7rDQXv8z0dtlaeCSfbGX-V8fu2p7xQNHl4JP9igD_TJpGjE8YMyHnNJ5UcXuIQgz/s1600-h/kurani-kerim.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" height="128" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhWEOLCj_9DOBNhXSpECpfatkRsy_zlMdFJH3fHj2MVnC8cxoCcBoDh2MY1UtRYFyXQFfC9T9iXHcvx7rDQXv8z0dtlaeCSfbGX-V8fu2p7xQNHl4JP9igD_TJpGjE8YMyHnNJ5UcXuIQgz/s200/kurani-kerim.jpg" width="200" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"></td></tr>
</tbody></table>Kur'an biz Müslümanlara göre bildiğimiz ve bilmediğimiz her şeyin sebepsiz sebebi olan ve ilmiyle her şeyi kuşatmış bulunan Allah'ın biz insanlar arasından seçtiği, koruduğu ve yücelttiği elçisi Muhammed ile yaratılmışların en üstünü olan biz insanlara hitap edişidir ve bu sebepten dolayı meşrebi, mezhebi, algılayışı, kavrayışı ve idraki ne olursa olsun her Müslüman için asli öneme sahiptir ve yegane meşruiyet kaynağıdır. <br />
<br />
Bu önemi sebebiyle mesajın daha iyi anlaşılabilmesi için tarihi süreç içinde pek çok teori ortaya atılmış ve bu teoriler uyarınca pek çok tefsir kitapları yazılmış, pek çok okullar (medrese) ve eğitim (tekke) merkezleri kurulmuştur. <br />
<span class="fullpost"><br />
Kur'an'ın daha iyi anlaşılmasına yönelik teorileri temel olarak iki ana başlık altında toplayabiliriz bunlardan biri Kur'an'daki kelimelerin rastgele seçilmemiş oldukları dolayısıyla onu daha iyi anlamak için onu oluşturan kelimelerinin ve ifadelerin anlamları bütün veçheleriyle ortaya koymanın gereği üzerinde temellenirken diğeri kısaca “<i>ona yalnız temiz olanlar dokunur</i>” ayetinin işaretinden yola çıkarak onu daha iyi anlamak için insanın kendi özünü arıtıp temizlemesi gerektiği düşüncesi üzerinde temellenir. <br />
<br />
İnsan zihninin ve yapısının işleyişinin ortaklığı sebebiyle olsa gerektir ki bu kavrayışların önceki peygamberlere tabi olduklarını iddia eden topluluklar içinde de gerek temel kabul, gerekse usul, gerekse kurulan yapılar açısından aynen karşılıkları mevcut olup sadece merkeze koydukları metinler farklılık arz etmektedir.<br />
<br />
İslam dünyası içindeki bu algılayışların kendilerini temellendirdikleri esasları ve hedefe varmak için kullandıkları asli yolları farklı olsa da “<b>Kur'an'ın sofistike (karışık değil ama karmaşık) bir yapıya sahip olduğu</b>” temel kabulleridir. Kur'an tefsiri olarak adlandırılan yazdıkları tüm kitaplar iddiaları her ne olursa olsun gerçekte bu karmaşıklığı ortadan kaldırmaya ve “<b>Kur'an'ın sırlarını</b>” ortaya çıkarmaya ve insanlarca bilinmesini sağlamaya yöneliktir. <br />
<br />
Kimileri “<b>Kur'an'ın sırları</b>” olarak kabul ettikleri çıkarsamalarını o kadar önemserler ki bunları kavramanın hayatın yegane gayesi ve insanı üstün kılan asli arayış olduğunu iddia ederler. Bu sırları bulmanın yöntemleri de farklı farklıdır. Kimi bu sırların keşfinde insanın sezgilerini kullanması gerektiğini ileri sürerken kimileri sırları keşfetmek için gerekli olanın kelimelerin hatta kelimeleri de oluşturan harflerin anlamlarının bilinmesi olduğunu iddia etmektedirler. <br />
<br />
Aslında insanın temel zaafı üzerinde yükselen bu tür iddiaların sahiplerinin başka din ve dünya görüşleri içinde de karşılıkları bol miktarda bulunmakta ve temelinde insanın kendisini ve dolayısıyla yaptığı işi çok fazla önemsemesi yatmaktadır. <br />
<br />
Bu haliyle Kur'an bu yazınında konusu olduğu üzere pek çok tartışmanın odağını oluşturmakta ve her bir taraf diğer tarafı temel olarak Kur'an'ı doğru dürüst anlamadığı halde ahkam kesmekle suçlamaktadır. <br />
<br />
Peki Kur'an fantastik hikayelerle dolu bir sırlar kitabı mıdır? Yoksa tamamen standartları ortaya koyan teknik konuları içeren ve insanların teknik detayları öğreneceği teknik veri dokümanı mıdır? Veya Kur'an nasıl anlaşılmalıdır?<br />
<br />
Kur'an'da geçmiş kavimlerin veya kişilerin örnekleştirilmesi sonucu pek çok hikayenin olduğu bir gerçektir. Yine insanların bir metni okudukları zaman içinde bulundukları psikolojik ortamın kendilerini yönlendirdiği amaç (niyet), sahip oldukları zeka düzeyleri ve bilgi birikimleri sebebiyle metni farklı farklı anladıkları da bir gerçektir. Kur'an'ın ibadetlerle, yapılması gerekenler (helaller) veya kaçınılması gerekenler (haramlar) ile ilgili bazı temel teknik verileri içerdiği de bir gerçektir. Ama bunların Kur'an'ın asli mesajını oluşturdukları iddiası tamamen zorlamadır. Kur'an'da mesaj için aslen "kalbi olanlara nasihat" denmekte olup bu peygamberin islamın "Allah için, Rasul için ve müminler için nasihat olduğu" ifadesiyle örtüşmektedir. <br />
<br />
Ayrıca her mesaj gibi Kur'an da aslen anlaşılmak için gönderilmiş olması sebebiyle ve gerek Bilal gibi eğitim düzeyi düşük bir köle gerekse Selman gibi çok ileri düzeyde eğitim görmüş bir prens onun temel mesajını gayet iyi anladığına göre Kur'an'ın asli mesajını anlayabilmek aslında hiçte zor olmasa gerektir. Mesajının aslını anlamak istediğimiz diğer herhangi bir kitaba uyguladığımız tekniği Kur'an'a da uygularsak mesajının aslına çok rahatlıkla ulaşabiliriz. Bu teknik uyarınca önce Kur'ana bütünsel yaklaşıp sonrada özetlememiz gerekmektedir. <br />
<br />
Kur'an'ı özetlediğimizde temelinde iki tespit ve bir uyarının yattığını göreceğiz. Tespitlerden ilki kainatı ve içinde var olan her şeyi Allah'ın yaratıp çeşitliliğinde temelinde olan birlik (tevhid) uyarınca idare ettiği hakikati ve kendini çok fazla önemseyen biz insanlara bizim gibi nicelerinin gerek şimdi gerekse geçmişte var olduğu dolayısıyla hiç kimsenin kendisini abartmaması gerektiği tespiti ve herkesin bu yaşamlarının sonucunda mutlaka öleceği ve yaptığı zerre kadar iyiliğinde kötülüğünde karşılığını mutlaka göreceği uyarısıdır. Diğer anlatılanlar kısaca iyilik ve kötülük yapmayı alışkanlık edinenlerin algılayış ve davranış yöntemlerinin ve karşılaşacakları akıbetin insanlara hatırlatılmasıdır.<br />
<br />
Evet içinde yaşamakta olduğumuz kainat yoktu ve Allah onu var etti. Bunca çeşitliliğine, farklılığına, ayrılığına hatta zıtlığına karşın Allah bu kainatı birlik esasıyla idare etmektedir. Bunun Muhammed Mustafa'daki karşılığı yönetimde farklı toplumlara hatta müşriklere bile karşıdakinin yaşam hakkına saygı gösterdiği nispetle meşruiyet verilmesi ve yaşam hakkı tanınmasıdır.<br />
<br />
Evet bizim gibi milyarlarca insan yaşadı ve halen yaşamaktadır ve biz sadece onlardan biriyiz. Dolayısıyla kendimizin çok özel olduğumuzu iddia etmemizin ve insanların bize tapmasını talep etmemizin bir anlamı yoktur. Bunun Muhammed Mustafa'daki karşılığı “<i>bende senin gibi kuru et yiyen bir kadının çocuğuyum</i>” cümlesinin ifade ettiği hakikattir. <br />
<br />
Yaptığımız en ufak iyiliğinde, en ufak kötülüğünde karşılığını göreceğimiz bize yaşamakta olduğumuz hayatın sorumsuzca yaşanamayacak kadar kıymetli ve önemli olduğunu ve yaşadığımız her anın ve karşılaştığımız her olayın bize yüklediği sorumluluğun idrakinde olmamızın olmazsa olmaz olduğunu ifade eder. Böylece hayatımız anlamsız bir koşturmaca olmaktan kurtulur kimlik ve anlam kazanır.<br />
<br />
Bu durumda bizden kulak vermememiz ve uyarınca hayat tesis etmemiz beklendiği halde fantastik balonların gümleriyle arada kaybolup güme giden Kur'an'ın mesajı kendimizi abartmadan yerimizi bilerek kainat ile uyum içinde erdemli bireyler olmamız ve böylece içinde yaşadığımız toplumu erdemli olmaya zorlamamız ve böylece içine katıldığı yapıların bozulmasını ve kokuşmasını engelleyen <b>tuz gibi</b> içinde bulunduğumuz toplumun ve dünyanın kokuşmasını engelleyerek emanetimizi anlımızın akıyla sahibine teslim etmemizdir.<br />
<br />
Bu kadar sade olan hakikat sadeliği sebebiyle biz insanlara yavan geliyor olsa gerektir ki biz insanlar hayatlarımıza büyük idealler, sırlar, politik hırslar, olmayacak hayaller gibi pek çok fantastik öge katarak hayatlarımızı kendimiz için daha tatlı ve çekilir kılmaya çalışmaktayız. Aslında belli oranda bu hepimiz için normaldir zira yaratılışımız gereği sürekli zaman geçirecek meşgaleler arayıp durmakta böylece bize bahşedilen en kıymetli sermaye olan zamanı boşa akıtışımızın üzerimizde oluşturduğu baskıyı örtmeye ve aslında da “<i>akıp gitmekte olan zamanı heder etmekteyiz</i>”. Ama asıl sorun herhalde bunun abartılarak dozunun kaçırılması ve biz insanların başkalarını da katarak kendimizi kandırmamızı yaygınlaştımaya devam etmemizdir. <br />
<br />
Ve muhtemelen biz insanların hakikat karşısındaki tutumlarımız sebebiyle Muhammed Mustafa “<i>benim bildiklerimi bilseniz az güler çok ağlardınız</i>”, Ali de “<i>ilim bir noktaydı cahiller onu çoğalttı</i>” deme gereği duymuştur.<br />
<br />
<b>Akıp giden bu zaman karşısında yalnız iman ile yanan bir kalbe sahip olup, övgüye layık işler yapanların ve birbirlerine hakkı, sabrı ve merhameti tavsiye edenlerin kurtulduğunu bilenlere ve bilgisini eyleme dökenlere ne mutlu!</b></span>AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com12tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-56812416839141238402010-03-04T15:19:00.009+02:002010-03-30T15:59:43.338+03:00Pers Prensi ...<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi-M8yzBYY8RbvJwDotGKV_ILaX2faxSktXVjbbjss7O5j-wnLOejsFpedvCNfrQRiKkmAfYlSBsb0ypnu26mYAxBpZe4PJQKdBw-vki4hlDVyLm4WVDLH-7SLij6nLHWK8VW8iFZpr3KAB/s1600-h/pers+prensi+E3_5_4a_sassanian.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5444770537877806642" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi-M8yzBYY8RbvJwDotGKV_ILaX2faxSktXVjbbjss7O5j-wnLOejsFpedvCNfrQRiKkmAfYlSBsb0ypnu26mYAxBpZe4PJQKdBw-vki4hlDVyLm4WVDLH-7SLij6nLHWK8VW8iFZpr3KAB/s200/pers+prensi+E3_5_4a_sassanian.jpg" style="cursor: pointer; float: left; height: 200px; margin: 0pt 10px 10px 0pt; width: 194px;" /></a>Tanıdın mı Pers Prensini? Hani dedelerinden biri Sasani İmparatoru olanı? Hani kendisi bir babanın tek oğlu olanı? Ve ailesinin üzerine titreyip durduğunu? Ya bildin mi onun arayışını? Ateşgedelerin mabedinde tutuşturduğu ateşi bağrından çıkardığını? Ve bağrını yakanın o ateşlerden çok daha güçlü olduğunu? Ya hakikate dokunduğunda acı bir tercihle karşı karşıya kaldığını? Ve hakikate talip olup yurdunu terk ettiğinde neleri ardında bıraktığını? <br />
<br />
Ve bıraktıklarının bugün bizim için ne değerler ifade ettiğini? Ve herkesin, kendi dedeleriyle kıyaslanamayacak dedelerinden bahsedip öğündükleri bir mecliste ben İslamın oğluyum diyerek atalarla öğünmenin bir anlamı olmadığını vurguladığını? Halbuki onların hiçbirinin dedesi onun dedelerinden herhangi birinin huzuruna binbir zahmetten sonra eğilmeden ve saygı göstermeden giremezlerdi. Ama bunun hakikat karşısında ne önemi vardı? Onun bu tutumu karşısında Pak O'na “<span style="font-style: italic;">benim Ehli Beytimdendir</span>” buyurdu. Ve bununla O da o en kutlu halkaya dahil oldu.<br />
<span class="fullpost"><br />
Evet bildiniz bahsettiğimiz Sasani İmparatoru Behnüzan'ın torunlarından Sasani Prensi Mabeh bin Buzahşah bin Mursilan bin Behbudah bin Firüz ya da O Pak'ın ona verdiği ismiyle Salman ul'Hayr veya en bilinen adıyla Salman-i Farisi'ydi.<br />
<br />
O günün “<span style="font-weight: bold;">Medeni</span>” dünyasında soylular yönetici hatta İmparator olabilirlerdi ve O da o soylulardan biriydi. Soylu aileye mensup kimseler nasıl bir eğitimden geçerlerse O da onların hepsinden geçmişti. Askeri taktikleri de bilirdi yönetimin inceliklerinide. Ki bunu daha sonra gerek Hendeğin kazıldığı Ahzap günü gerekse İran'ın fethinde gösterecekti. Ama O'nun derdi bunların çok ötesinde ve üstündeydi. O'nun bağrını yakan Mecusilerin “<span style="font-weight: bold;">aydınlığın, bilginin, adaletin</span>” sembolü olarak yaktıkları ateş değil hakikatin esrarının tutuşturduğu ateşti. <br />
<br />
Kendi denkleri kendi konumlarını sağlamlaştıracak faaliyetler kovalarken ve ittifaklar peşinde koşarken, O'nun daha üst düzey bir yönetici hatta İmparator olmak gibi bir sevdası yoktu. Zira O bütün benliği ve samimiyetiyle “<span style="font-weight: bold;">hakikat</span>” üzerinde odaklanmıştı. Aslında dindar bir Mecusi de sayılırdı ama dinlarlığı ruhsuzca kuru kurallar bütününe sıkı sıkıya sahip olmanın çok ötesinde hakikat arayışından kaynaklanmaktaydı.<br />
<br />
Ve bir gün babasının yönettiği kasabanın çarşısında gezerken hayatının kırılmasını yaşadı. Çarşıda bir Hristiyan bilge ile karşılaştı sonra tartıştı. Bilgenin dilinde “insanı insan olmaya çağıran” Mesihin (Hrist) mesajı vardı ve kendisi de bu mesajın yetkin bir taşıyıcısıydı. Aslında mesaj tohum gibiydi sadece Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olan mübit kalplerde en mükemmel şekilde boy atabilir hayat bulabilirdi. Ve Bilgenin hali Maheb'i büyüledi. Aradığı şeyi hiç bu kadar yalın ve yakın görmemiş ve hissetmemişti. Mecusilikte de bu mesajın izleri vardı ama bu asli mesaj pek çok seramoni ve ritüellerin arkasında görünemez hale gelmiş ve kaybolmuştu.<br />
<br />
Derken O bilgeye “<span style="font-weight: bold;">bende</span>” olmaya karar verdi. Oysa kendisinin önünde eğilen pek çok bendesi vardı. Ve kendisi ailesinin gözdesiydi. Değil O bilgeye bende olması evden uzaklaşmasına bile tahammülleri yoktu. Aslında kendiside ailesine çok düşkündü. Dünyada en çok sevdiği kimseler onlardı. Ama hakikat tutkusu herşeyin üstündeydi. Ve o bilgenin ardınca evi ve evin ona sunduğu bütün imtiyazları terk etti.<br />
<br />
Artık ipekli sırmalı elbiseler giymeyecekti ve kimse onun önünde eğilmeyecek ve ona hizmet etmeyecekti. Ama o manen bilgenin önünde eğildi ve sadık bir bendesi olarak ona hizmeti şeref bildi. Öğrendiği veya öğrenmeye heveslendiği şeyler zannedildiği gibi çok az kimsenin bildiği insanı uçuran şeyler değildi. Zaten insana uçsun diye kanatlar değil yol yürüsün diye ayaklar verilmişti. Öğrendikleri yönetimi ele geçirmesine yarayacak gizli bilgiler de değildi ki O zaten o hevesleri hep ardında bırakmıştı.<br />
<br />
Hocasıyla Eskişehir, Sivrihisar, Kapadokya dahil pek çok yeri gezmişlerdi. Erdeme yani gerçek bir insan olmaya yol yürürken bilge hocası sayılı günlerini tamamlamak üzereydi. Kendini yollar ortasında iz bilmez halde görüp hocasına “şimdi ben ne yapacağım?” dedi. Hocası “<span style="font-style: italic;">artık bizim meşrebimizden pek kimse kalmadı ama zamanın sahibinin zuhru yakındır ve o Yesribe hicret edecektir sana oraya gitmeni tavsiye ederim</span>” dedi. Son sorusu “<span style="font-style: italic;">Onu nasıl tanıyacağım</span>” olmuştu. Ölüm döşeğindeki bilgenin cevabı “<span style="font-style: italic;">ona sadaka verirsen alır yemez dağıtır, hediye verirsen alır hem kendi yer hemde dağıtır</span>” oldu. Artık yolu belli olmuştu. Hocasının ölümünden sonra önce Şam'a gitti. Şam'da Yesribe giden bir kervancıyla kendisini Yesribe götürmesi için anlaştı. <br />
<br />
Kervancı Sasanilerin o günün dünysasındaki gücü ve onun Sasani kökenli olması sebebiyle ilk önce tereddüt ettiysede, onun paspal ve münzevi halinden güç alarak yolda onu köle olarak satacağını ilan etti ve bağlattı. Maheb durdu ve belkide gülümseyerek “<span style="font-style: italic;">kader veya sevgilinin cilvesi</span>” dedi. Ve böylece herkesin önünde eğildiği prenslikten herkesin önünde eğilmek zorunda olan köleliğe gelmişti. <br />
<br />
Derken kervancı onu Yesrib'de bir Yahudiye sattı. Ve O herhalde hayatında en çok buna sevinmişti. Zira Allah böylece Onu menziline erdirdi. Artık O'nun için bekleyiş başlamıştı. Dilini doğru dürüst bilmediği bu topluma yavaş yavaş alıştı. Ve derken Mekke'de açan gülün kokuları Yesribi de sarmaya başladı. Yesrib'den 12 kişi kendisine biat etmiş ve Zamanın sahibi Mus'ab'ı Yesriblilere “<span style="font-weight: bold;">hakikati</span>” anlatsın diye göndermişti. <br />
<br />
Duydukları Hocasının sözünü teyit ediyordu ama henüz O'nu görmemişti. Derken Zamanın Sahibinin Yesribin 1,5 km batısındaki Kuba'ya geldiğini duydu. Efendisi olan Yahudiden Onu görmek için izin istedi. O kadar tutkuluydu ki adam karşı koyamadı. Ve O eline iki avuç hurma alarak Kuba'nın yolunu tuttu. <br />
<br />
Kuba'ya vardığında O'nun olduğu mescide vardı. Şöyle bir baktı, aslında gördüğünü gönlü yalanlamadı ama hocasının son işareti de yerini bulsun istedi. Ve O Pak'ın önüne bir avuç hurma koydu. Pak “<span style="font-style: italic;">bu nedir?</span>” diye sordu. O “<span style="font-style: italic;">bu benim sana sadakamdır</span>” dedi. Pak aynen Hocasının dediği gibi aldı ve etrafındakilere dağıttı. Belki de o anda sevincinden havaya fırlayacaktı ama kendini tuttu, zira son işarette yerine gelsin istedi. Ve O Pak'ın önüne bir avuç daha hurma koydu. Pak “<span style="font-style: italic;">bu nedir?</span>” diye sordu. O “<span style="font-style: italic;">bu benim sana hediyemdir</span>” dedi. Ve aynen Hocasının dediği gibi O Pak o hurmadan hem kendi yedi hem de etrafındakilere dağıttı. Artık sevincinden adeta havaya uçmuştu. <br />
<br />
Adeta O'nu tasdik etmek için “<span style="font-style: italic;">ötelerden koşarak gelmişti</span>”. Nihayet Hocasını, Zamanın Sahibini bulmuştu. Onun yanında olacak onunla yaşayacak ve gerekirse onunla ölecekti. Ama arada kölelik engeli vardı. Bir zaman sonra Pak'a “<span style="font-style: italic;">ya Rasulullah her zaman sizinle birlikte olmak istiyorum ama bu kölelik yüzünden sizden ayrı kalıyorum</span>” dedi. <br />
<br />
Pak para topladı ve parayı Ali'ye verdi ve “<span style="font-style: italic;">git Salmanı getir</span>” dedi. Ali Yahudinin yanına vardı ve Salmanı almak istediklerini söyledi. Yahudi Salman karşılığında normalin 10 katı para istedi ve Ali tereddütsüz istenen parayı ona verdi. Yahudi onlar giderken arkadan “<span style="font-style: italic;">O aslında verdiğinin onda biri ederdi</span>” deyince Ali Yahudiye “<span style="font-style: italic;">Vallahi bizden istediğinin 10 katını da isteyecek olsaydın sana onu verecektik</span>” dedi. <br />
<br />
Ensar ile Muhaciri kardeş yapan Zamanın Sahibi Onu da Ebu Derda ile kardeş kıldı. Artık O da bütün benliğiyle Pak'ın dizinin dibindeydi. Buraya varabilmek için neleri terk etmişti, kimleri çiğnemişti ama acısını bağrına gömmüş ve bir kez dönüp ardına bakmamıştı.<br />
<br />
Derken “<span style="font-style: italic;">insanlar onlara düşmanlarınız size karşı ordu topladılar</span>” dediklerinde, O kendilerinin kuşatmaya uğrayacak şehrin etrafında hendek kazman gibi bir taktiklerinin olduğunu ifade etti. Muhtemelen kendisi hiç daha önce hendek kazmak zorunda olunan bir ortamda bulunmamıştı. Ama yönetici aile mensuplarına her tür savaş taktikleri öğretilirdi ve onlarda bunu çok iyi bilirdi.<br />
<br />
Derken hendekte en canhıraş çalışan da yine kendisiydi. Öyleki hiç kimse Salmanı paylaşamıyordu. Herkes “<span style="font-style: italic;">Salman bizdendir</span>” diyordu. Bunun üzerine Pak şöyle buyurdu “<span style="font-style: italic;">Salman ul'Hayr benim Ehli Beytimdendir</span>”. Bu Salmana yeterdi ve O'nun için herşeye değerdi. <br />
<br />
Daha sonra Hz. Peygamber pek çok konuda Salman'a danışırdı zira o zeki ve birikimliydi ve herşeyin ötesinde çok samimi ve içtendi. Sadece O'nunla hiç hanımlarının yanına uğramadan bazen sabahlara kadar sohbet ederdi. Ve birbirleriyle sobhet etmeye doyamazlardı. <br />
<br />
Bir gün Pak'a sahip çıkarak sahabesi olma şerefine erenler mescidde toplanmışlar muhabbet ediyorlardı. Derken söz dönüp dolaşıp ataları saymaya ve onların yaptıklarıyla övünmeye varmıştı. Herkes saydı saydı sıra Salmana geldiğinde O “<span style="font-style: italic;">ben Salman bin İslam'ım</span>” yani İslamın oğlu Salmanım dedi. Bununla kendisi için tek meşruiyet kaynağının İslam olduğunu bunun ötesinde hiçbir meşruiyet kaynağını tanımadığını ifade etmiş oldu. Oysa O, orada bulananlar içinde ataları en itibarlı olan ve onların yaptıklarıyla övünmeye en layık olandı. <br />
<br />
Bunu duyan Rasul “<span style="font-style: italic;">muhakkak ki Salman benim Ehli Beytimdendir</span>” buyurdu. Hatta bu olaydan sonra içlerinde Ömerinde bulunduğu pek çok sahabe bir süre kendilerini “<span style="font-weight: bold;">İslamın oğlu</span>” olarak tanımladı. <br />
<br />
Yine birgün mescidde oturmuş arkadaşlarıyla sohbet ederken "Dostu" mescide girdi, sonra ellerini Onun omuzuna koyarak "imanı süreyya yıldızına koysalar bunlardan bir toplum mutlaka gider ve onu oradan alır" buyurdu.<br />
<br />
Bir gün Pak'a kendisinin daha önce birlikte olduğu erdemli ama Pak'a tabi olmamış kimselerin akibetini sordu. Onların sonu ne olacaktı Allah bu soruya bizzat vahiyle yanıt verdi. Ve cevap "<span style="font-style: italic;">Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Sabiilerden Allaha ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenlere korku yoktur onlar mahzunda olmayacaklardır</span>" ayetindeydi.<br />
<br />
Derken Zamanın Sahinin vuslat vakti yaklaştı. Refiki alaya vuslatı sonrası oluşan kısa süreli kargaşada O kendi gibi o toplumda çok ciddi bir kökü bulunmayan fakat Rasülün gözdelerinden olan Bilal gibi önceden de oluğu üzere hep Ali'ye yakın durdu. Ama Ali gibi Onlarda diğerlerine gerektiğinde destek vermekten geri durmadılar. <br />
<br />
Ve İran seferinde O da “<span style="font-weight: bold;">ayyaş</span>” Nuayman (R.A.) ile birlikte ordudaydı. Orduya fillerin olduğu bir orduya karşı nasıl savaşılması gerektiğini hep O öğretti ve İran'ın baş kenti Medain'e ilk girenlerdendi. <br />
<br />
Ve O hakikat uğruna terk ettiği şehirlere şimdi "dileyen kullara kulluktan kurtulup yanlız Allah'a kul olsun diye" hakikat ile birlikte geri gelmişti. Bir süre onlara valilikte yaptı. Hatta bu esnada Arapça bilmedikleri için namazda okuyacakları sureleri bilmeyenler için Fatiha ve birkaç sureyi Farsça'ya çevirdi ve böylece okumalarını söyledi. <br />
<br />
O valiyken gelen vali aylığını fakire fukaraya dağıtır kendi yaptığı çömleklerden kazandığıyla günlük iaşesini temin ederdi. Kralların adeti olduğu üzere arkasından yürüyenlere “<span style="font-style: italic;">bu sizin için iyi benim için kötü bir şey, böyle yapmayınız</span>” derdi. Evet onlar için iyiydi zira böylece onların nefisleri kırılırdı ama arkasından yürünen için kötüydü zira bu onun nefsini kabartırdı. <br />
<br />
Ve bu, biz müslümanların hiç kimse karşısında eğilmeyişmizin de asıl nedeniydi. Biz başkasının karşısında bizi alçalttığı için eğilmezlik etmezdik ama karşıdakinin nefsini kabartmamak ve haddi aşmasına neden olmamak için kimsenin önünde eğilmemeyi bir adet edinmiştik. <br />
<br />
Yine Valiliği esnasında asiller gibi ipekli değilde sıradan şeyler giydiği için kendisiyle dalga geçen çocuklara gülmseyerek “<span style="font-style: italic;">bunlar önemsiz şeylerdir asıl önemli olan Allah katında olandır</span>” derdi. Ve sürekli olarak Dostum bize “<span style="font-style: italic;">bu dünyada bir yolcu gibi olun derdi biz bu mal ve mülkler sebebiyle bir yolcu gibi olamadık</span>” derdi. Ve bu mal mülkten kastı ise bir iki parça eşyadan başka bir şey değildi. <br />
<br />
Zaten bütün kökleşmiş kurumlarıyla ayakta duran bu muhteşem medeniyetin çocukları, ancak bu büyük medeniyetlerinin de üzerine kurulu olduğu ve bir zamanlar Maheb'ide cezbeden ve ancak "<span style="font-weight: bold;">aşk</span>" ile beslenebilen bu kadar büyük bir sadelik ve insan merkezli idrakin önünde manen diz çökebilir ve teslim olabilirlerdi.<br />
<br />
Salman valilikten alındıktan sonra da Medain'de yaşayıp halkına hakikati öğretmeye devam etti. Ve Havzın başında “<span style="font-style: italic;">Dostuyla</span>” buluşmak üzere Medain'de suretler alemine gözlerini kapayıp hakikat alemine gözlerini açtı. Zaten bütün ömrünü de o ana hazırlanacak şekilde yaşamış ve o ana hazırlanabilmek adına hayatın bütün çalkantılarına göğüs germişti.<br />
<br />
<br />
<br />
<span style="font-weight: bold;">Her tür fantastik kaygıların ötesinde hikmetle sadelik dolu hakikate yürüme gayretinde olanlara ne mutlu! <br />
<br />
Ve yine Hakikati bulma bilgeliğine, ona tabi olma isteğine ve onu başarma gücüne sahip olanlara ne mutlu!</span></span>AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-55411340798712241552010-02-09T18:01:00.007+02:002010-03-04T15:34:43.650+02:00Medeniyete limon sıkmak!<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjtsvcr5YOewmkhdYR4YQOE-d-TGjFSB_SYoSTZLNmp-pM5g5L0RfghrGUk2wkCQh6sz5IfC-ghNSumnzJeuRsGo35cCxX_prVAtURNKcgcKMzZO8gL49VGSxphtZwZk0d8R29APRLhGQOt/s1600-h/LiveImages_Foto+Haber_unutulmayacak+foto%C4%9Fraflar+2_F19113106.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 200px; height: 126px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjtsvcr5YOewmkhdYR4YQOE-d-TGjFSB_SYoSTZLNmp-pM5g5L0RfghrGUk2wkCQh6sz5IfC-ghNSumnzJeuRsGo35cCxX_prVAtURNKcgcKMzZO8gL49VGSxphtZwZk0d8R29APRLhGQOt/s200/LiveImages_Foto+Haber_unutulmayacak+foto%C4%9Fraflar+2_F19113106.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5436276689150231202" /></a>Soyut düşünce ve inançların somutlaşarak medeniyete dönüşebilmeleri için öncelikle yerleşik bir toplum oluşturmaları ve sonrasında kurumsallaşmaları gerekir. Zira taşın yerinde ağır olması gibi ancak yerleşik olan toplumlar kurumsallaşarak rafine uzmanlıklara ulaşılabilir ve ancak bu rafine uzmanlaşmalar sonrası Medeniyetlerin övünç kaynağı olan gerek maddi gerekse manevi muhteşem eserler ortaya koyulabilir. <br /><br />Kurumsallaşma sayesinde kökeninin İdrise vardığı söylenen Mısır Medeniyeti Devasa Piramitler ve muhteşem tapınaklar ortaya koyabilmiş ve bunların duvarlarını o günün düşünce dünyasının en muhteşem ifadeleriyle donatmış, tıpta, astronomide ve daha pek çok alanda ileri bilgi düzeylerine ulaşabilmişler ve kurdukları dev kütüphanelerde bu bilgileri sonraki nesillere aktarma yöntemlerini ortaya koymuşlardı. <br /><span class="fullpost"><br />Yine temeli Mısır Medeniyetine dayanan Yunan ve Yunana dayanan Roma Medeniyeti de aynı şekilde kurumsallaşarak bilgi ve birikimlerini geliştirmişler ve daha da ilerilere adım atma güç ve imkanını bulabilmişlerdir. <br /><br />Öte yandan devamı olduğumuz Yahudi algılayışının kendi küçük gruplarını merkeze koyan ve tüm insanlık tarihini bu çerçevede şekillendiren kabulleri sebebiyle Kur'an'da bahsedilen hangi peygambere dayandığını tam olarak bilemediğimiz inançları ve düşünceleriyle doğu toplumları da temelde çok farklı olmayan düşüncelerle yola çıkmış ve düşüncelerini somutlaştıracak ve sonunda doruğa çıkaracak kurumları kendi bünyesinde oluşturmayı başarmışlardır. Bu şekilde günümüz teknolojisinin temelini de oluşturacak pek çok yeniliği dünyaya tanıtmışlar ve antik çağlardan buyana daima bilgi ve felsefenin merkezi olmayı sürdürmüşlerdir. <br /><br />Aslında bir bütünün parçası olan ve rehberimizin kendisini “<span style="font-style:italic;">binanın son tuğlası</span>” olarak ifade etmesine rağmen bizim bir çeşit evrimci anlayışla Muhammed Mustafa ile başlatarak zihinlerimizde diğerlerinden ayırdığımız İslam medeniyeti de benzer süreçleri yaşayarak kurumsallaşmış ve İslam Tarihi dediğimiz süreç içerisinde pek çok kez doruk yaparak muhteşem eserler ortaya koymasını bilmiştir. Ve günümüzde de kendi yolunu günümüz şartlarında devam ettirmektedir.<br /><br />Peki temelde benzer düşüncelerden hareket eden fakat zaman içinde farklılaşan medeniyetler birbirlerinden gerçekte ne kadar farklıdırlar? Ve var sayılan farklılıkları, söylendiği üzere algılayış farklarından kaynaklanan köklü farklar mıdır yoksa aynı şeylerin farklı şekillerde somutlaşması ve ifade edilmesinden kaynaklanan bir yanılsama mıdır?<br /><br />Bunu doğru bir şekilde ortaya koymak için medeniyet ortaya koymuş toplumların temel kurumlarına bakmamız gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında tarih içindeki bütün medeniyetlerin temel olarak üç kuruma dayandığı görülecektir. Bunlar Krallar tarafından temsil edilen silah sahipleri, Din adamları tarafından temsil edilen ilim sahipleri ve Tüccarlar tarafından temsil edilen esnaf ve zanaatkar ve ziraat erbabıdır. <br /><br />Bunlar kendi içlerinde örgütlenerek içinden çıktıkları toplumun Medeniyet ortaya koyabilmesi için gerekli rafine uzmanlıkları oluşturmuşlar ve daha sonra bu uzmanlıklar çoğunlukla toplumsal sınıflara dönüşmüşlerdir. İslam Medeniyeti dediğimiz toplumsal örgü, Muhammed Mustafa'nın sınıfları reddeden ve insanların “bir tarağın dişleri gibi eşit” olduğunu ifade eden beyanları sebebiyle zahiren sınıfları reddetmiş buna karşı toplumda adı konmamış bir sınıf sistemi daima var olmuştur.<br /><br />Bu yapılar bütün medeniyetlerde hemen hemen ortak yapılara sahip olmuşlar farkları genellikle nitelik değil nicelik farklarıyla sınırlı kalmıştır. Örneğin kimi medeniyetlerde saraylar, devasa boyutlarda şehir içinde şehir olacak şekilde büyük iken kimisinde onlarla kıyaslandığında çok daha mütevazı yapılar şeklinde şekillenmişler fakat örgütlenme tarzları açısından birbirlerinin kopyaları olmuşlardır. Bu bağlamda saray gelenekleri antik çağlardan günümüze kadar çok az değişiklik göstermiştir. Hatta günümüzdeki devlet geleneklerinde bile bunların türevleri mevcuttur.<br /><br />Yine böyle bir kurumsallaşma sonucu Muhammed Mustafa döneminde müslümanların ibadet merkezli buluşma mekanı olan mescitler (camiler) kurumsallaşma sonrası kendinden öncekilerin yolunu takip ederek kutsal tapınma mekanlarına dönüşmüş ve asli fonksiyonunu kaybetmiş izole tapınma alanlarına dönmüşlerdir.<br /><br />Bu kurumsallaşma ve neticesinde oluşan sınıflaşma her ne kadar uzmanlaşmayı getirse de sonuçta insanı hakikatin değer sahibi muhatabı olmaktan çıkarıp bir mekanizmanın parçası, dişlisi, sisteme gerekli gücü veren pil haline sokmuştur. <br /><br />İnsanların işlerini kolaylaştırmak ve daha mutlu olması için kurulan kurumlar, zamanla kendileri sebebiyle insanların birbirlerine daha az muhtaç olmaları ve dolayısıyla birbirleriyle olan bağlarının zayıflaması sebebiyle insanların birbirlerine karşı duyarsızlaşarak yalnızlaşmalarına neden olmuşlardır. Ve ayrıca asıl varlık sebepleri göz ardı edilerek varlıklarının devamı için insanları öğüten dev öğütücülere dönmüş ve mutlu etmeyi hedef aldıkları fakat değersizleştirerek dişliye çevirdikleri insanı ezmeye başlamışlardır. <br /><br />Artık onların amaçları ve araçları yer değiştirmiş başlangıçta hedeflerini gerçekleştirsinler diye çevrelerinde oluşturdukları yapı menfaat yapısına ve hizmet ettikleri var sayılan insanlar da bu yapıyı devam ettiren araçlara dönüşmüştür. Ve buna maalesef İslam Medeniyeti olarak adlandırılan yapıda dahildir. <br /><br />Oysa bütün Medeniyetlerin temelinde yatan hakikat bir taneydi ve bu yüzden bütün dinler sadeleştirildiklerinde hepsinin ortak bir mesaja sahip oldukları ve bu mesajın kısaca “<span style="font-style:italic;">birbirimizi rabler edinmeyelim</span>” yani kimseye ve kuruma kutsiyet atfedip Allah'ın kullarını başkalarına kul yapmayalım olduğu görülecektir. <br /><br />Yine bütün bu mesajların özünde insanlar teba, taraftar, oy deposu, nefer, işbirlikçi, ortak, müttefik vs. değil hakikatin ve onun taşıyıcılarının muhataplarıdırlar ve bu halleriyle değerlidirler. <br /><br />Odağa kurumları koyan Medeniyetlerin aksine elçiler odağa insanı koymuşlardır. Dolayısıyla kurumları yaşatmaya çalışanlar karşısında insanı yaşatmanın önemini vurgulamışlardır. Ve bu halleriyle elçiler, gerçekte medeniyete limon sıkmaya ve insana asıl olanın ne olduğunu hatırlatmaya ve bu hatırlatma uyarınca pratik örnekler sergilemeye gelmiş kimselerdir. Ve bu Mustafa'nın genel pratiği yanında “<span style="font-style:italic;">bir toplumun efendisi ona hizmet edendir</span>” ifadesinde kendisini göstermiştir.<br /><br />Onlar ne bir ideolojinin ne de bir medeniyetin temsilcileri olmayıp, kendini ve hayatı bilme ve hakikati kavrama yolunun başlatıcısı Adem'in temsilcileridir. Adem kulluğun gereği olarak abartıdan uzak sadeliğin ve insanın kendini bilmesinin temsilcisiyken Medeniyetler daima abartılar üzerinde hayat bulmuşlar ve kendilerini ifade etmişlerdir.<br /><br />Bu açıdan bakıldığında Kabe bütün sadeliğiyle bu hakikatin hatırasını çağlara taşıyan bir nirengi noktası bir hatıradır. Hac da bu hatıranın canlı tutulmasına ve insanların kendi gerçeklerine seyahat etmesine olanak tanıyan bir yolculuktur. <br /><br /><span style="font-weight:bold;">Şu halde medeniyet heyulalarının ardındaki sadeliği ve duruluğu görüp, abartılı söylemleri terk ederek “neyi kaybettiğini hatırlayanlara” ne mutlu!</span></span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-12683942716618580462010-01-11T15:22:00.005+02:002010-02-09T18:11:23.772+02:00Kimin izinde?<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgg-rcP6M-wj7ASgEKOpVZkBUk62tC_I7B1df628Sok_nmpufOk8S4epYR5hqGi1G5O65k-fP2vDgrQ3sDJecC7lQ6rEAuLGsd7Uuk3crPaC2oIvxMzCCFYi_Pw7YFuS6mUWWDljR_m0t6f/s1600-h/traffic_20sign_small2.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 168px; height: 200px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgg-rcP6M-wj7ASgEKOpVZkBUk62tC_I7B1df628Sok_nmpufOk8S4epYR5hqGi1G5O65k-fP2vDgrQ3sDJecC7lQ6rEAuLGsd7Uuk3crPaC2oIvxMzCCFYi_Pw7YFuS6mUWWDljR_m0t6f/s200/traffic_20sign_small2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5425473221595999762" /></a>Her şeyin sebepsiz sebebi olan Allah, kainatı farklılıklar üzerine bina etmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki aynı özden yarattığı ve böylece kainatta var olan şeylerin bazısını sert, bazısını yumuşak, bazısını sıcak bazısını soğuk, bazısını öyle bazısını böyle yaratmış ve zıtlıklar arasındaki gerilim ve çekişme ve akış temelinde hayatı var etmiştir. Ve o yüzden hayat statik değil dinamik bir olgudur ve bu sebeptendir ki dinamizm canlıları cezbeden başlıca şeydir ve bunun en güzel göstergelerinden biri de tarihte en çok ilgi çeken şeylerin diğerlerine göre çok az bir zaman dilimini içerseler de çoğunlukla toplumlar arası savaşlar olmasıdır. <br /><br />Aynı şekilde Allah insanı kendi kendine yetecek şekilde yaratmamış ve bir birlerini tamamlayacak özellikleri insanlar arasına dağıtmıştır. Kimi özellikleri kimilerine fazla verirken başka özellikleri o kimsede azaltmış ve böylece insanı kimi yönlerden üstün başka yönlerden de eksik yaratmıştır. Allah bununla insanları yaşayabilmek için birbirine muhtaç kılmış ve böylece hayatı ancak birbirine omuz vererek yaşayabileceğini insanlara göstermiştir. Ve bu yüzdendir ki insanlar tarih boyunca tek başlarına değil de hep toplumlar içinde yaşamışlardır.<br /><span class="fullpost"><br />Fakat bu farklılıklar insanlar arasında sanıldığının aksine gerçekte çok büyük orana sahip olmayıp sadece binde bir nispetindedir. Bu bize insanların binde dokuz yüz doksan dokuz nispetinde birbirlerinin aynı olduklarını gösterir. Ama insanlar birbirlerini benzerliklerinden ziyade farklarıyla bilirler. Ve bu yüzden olsa gerektir ki farklılıklarına çok önem verirler. <br /><br />İnsanlara farklı farklı verilen bu özellikler aslında bir bütünün parçalarıyken ve bütün içinde hepsinin bir yeri ve anlamı varken, insanlar bu özelliklerinden bazılarını önemli bazılarını göz ardı edilebilir olarak görmektedirler. Ya da kimileri diğerlerine göre daha fazla sahip oldukları özellikleri ön plana çıkararak kendilerinin diğerlerine göre seçkin konumda oldukları ve nihai noktada mükemmeliyete ulaştıkları ve hata yapmayacakları düşüncesini gerek kendileri gerekse ve daha çoğunlukla maddi veya manevi açlıklarını gidermek gibi çeşitli sebeplerden çevrelerinde toplanan kimseler direk ya da çoğunlukla üstü kapalı bir şekilde etrafa yaymaya ve kabul ettirmeye çalışır dururlar.<br /><br />Oysa bu insanın bütün içindeki yerini bilmeyişiyle, kendisine ve çevresine bakışıyla alakalı bir saplantı ve sapışı ifade etmektedir. Ve bunun içindir ki Allah sürekli olarak insanlar içinden doğru bakış açısını insanlara göstererek bu bakış açısını hatırlatacak ve canlı tutacak elçiler seçmiş ve bunların söylem ve yaşam pratikleriyle insanlara bu saplantılı hallerini terk etmeleri gerektiğini bildirmiş ve belletmiştir. <br /><br />Bu bakış açısı doğrultusunda yaşamlarını düzenleyen kimseleri tarih boyunca örnek kimseler olarak sivriltmiş ve insanların ilgisini ve takdirini onlara yöneltmiştir. Bu yöneltme sonucudur ki hangi öğreti ve anlayış içinden çıktıklarına bakmaksızın vicdan sahipleri hala bu kimseleri hayırla yad edip durmaktadır.<br /><br />Buna karşı kendisine bahşedilen özellikleri kendi üstünlüğü olarak yansıtmaya çalışan ve bu özellikleri kullanarak Allah'ın kullarını kendine kul etmeye çalışanları Allah yine tarih içinde sivriltmiş ve vicdan sahipleri katında onları lanetlemiştir.<br /><br />Bu çekişmenin tarih içindeki iz düşümlerini biz Musa ve Firavun arasında mücadelede gördüğümüz gibi İsa ile döneminin sözde Alimleri arasındaki mücadelede de görmekteyiz. Yine bu çekişeme Adem ile başlayan İslam tarihinin Muhammed sonrası döneminde de kendisini Ali ve Muaviye arasında göstermiş ve en bariz ve çarpıcı örneğini Hüseyin ve Yezid arasındaki mücadelede sergilemişti.<br /><br />Bu mücadele içerisinde gerek Muaviye gerekse oğlu Yezid yönetim tarzlarıyla kendilerini üstün gören ve diğerlerini aşağılayan kralların yollarını izlemiş ve her akıllı kral gibi çevresinde bu tezgahı daha iyi işletebileceği çeşitli kabiliyetten insanları istihdam etmişti. Kralların toplumunun en büyük özelliği sınıflardan oluşması ve yönetimce toplanan menfaatin toplumda adalet ekseninde değil de bu sınıflar arasında her sınıfın ağırlığına ve sisteme katkısına göre paylaştırılmasıydı ve bu haliyle aslında ticari bir şiketi andırıyordu. <br /><br />Bu şekliyle, bu bakış sapmasından doğan sapkın anlayış gelen ganimeti veya zekatı veya hediyeyi mescide yığıp herkesin haberdar olması için üzerinden birkaç vakit namazın geçmesini bekleyen ve daha sonra bunları ihtiyaç sahiplerine dağıtan ve hatta “<span style="font-style:italic;">yanımda uhud dağı kadar altın olsa onun borcumu karşılayacak kadarı dışındakileri dağıtırdım</span>” diyen ve insanları <span style="font-weight:bold;">tebaa değil muhatap kabul eden</span> Muhammed'in anlayışından çok uzak fakat çevrelerinde menfaat grupları tutan ve bunlarla malları paylaşan ve “<span style="font-style:italic;">ey ileri gelenler ben sizin için benden başka bir rab bilmiyorum</span>” diyen ve insanları <span style="font-weight:bold;">muhattap değil tebaa kabul eden</span> kralların anlayışına çok yakındı.<br /><br />Çünkü bu anlayış Samirinin ki gibi somut olanı değerli gören ve ona hakim olmayı, onu ele geçirmeyi, onu kontrol etmeyi önemseyen ve öncelleyen bir analayış olup “<span style="font-style:italic;">senin elinle bir kimsenin hidayet bulması senin için güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha değerlidir</span>” idrakinden fersah fersah uzaktı. Ve bu haliyle aslında Adam'den Muhammed'e bütün seçilmiş olanların mücadele ettiği ve düzeltmeye çalıştığı kavrayışın ta kendisiydi.<br /><br />Bunun karşısında ne peygamberlerin ne de salihlerin yolu onların bu tutumlarına karşı “<span style="font-style:italic;">onlara değil bana tapın</span>” değildi. Ve bunun içindir ki Huseyn de böyle bir talep ve çağrıyla yola çıkmadı. O, ne dedesinin adını kullanarak iktidara geçmek derdindeydi, ne de mistik hezeyanlarla kendisini kaybetmişti. O aklı başında ve ne yaptığını bilir bir halde Muaviye ve Yezid tarafından Muhammed'in pratiğine bu da uyar şeklinde sunulmaya çalışılana karşı kendine düşeni yapmak ve bunun meşru olmadığını ortaya koymak için yola çıkmıştı. <br /><br />Zira O'nun yetiştiği ocak kendisine “<span style="font-style:italic;">sana biat edeceğim ama bir krala mı yoksa bir peygambere mi biat edeceğime karar vermem gerekiyor bu yüzden seni izlemeli ve gözlemeliyim</span>” diye Adiy b. Hatem'e anlayış gösteren ve on beş – yirmi adım sonra yollarını kesen ve sadece laf olsun diye uzun bir müddet onları tutan ve sürekli konuşan yaşlı kadını, gönlünü yapmadan bırakmayan daha sonra girdikleri odasında oturması için oradaki tek minderi Adiy'e veren ve kendisi yere oturan bunun sonunda da Adiy'in “<span style="font-weight:bold;">senin bu yaptıklarını hiçbir kral yapmaz ancak peygamber yapar</span>” diyerek biat ettiği dedesi Muhammed'in ocağıydı. Ve bu ocaktan çıkmak elbette sorumluluk isterdi. <br /><br />İnsanlık tarihi boyunca her dönem olduğu gibi günümüzde de insanın benini, arzularını, heva ve heveslerini kamçılayan ve insanı kralların adetine çağıran şeytan kökenli söylemler karşısında “<span style="font-style:italic;">herkesin tarağın dişleri gibi eşit olduğunu</span>” ve “<span style="font-style:italic;">birbirleriyle kardeş olmaları gerektiğini</span>” bildiren ve insana her daim haddini bilmesi gerektiğini vaaz eden o kutlu nefese kulak vermek vicdan sahibi herkesin ortak tavrı olacaktır.<br /><br /><span style="font-weight:bold;">Şu halde sorunun bir bakış sorunu olduğunu bilen hayata “dönünce bütün gövesiyle dönen” Muhammedin baktığı yerden bakanlara ne mutlu!<br /></span> </span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-33472544483864798382009-12-14T23:17:00.009+02:002010-01-11T15:21:49.311+02:00Tanır mısın Huseyni?<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgIfgwW08B1saK0llMwMzG47abmC5Fy02z4Vu9w4Eau8SdN4CJA1SYHDBWf79G_-lXL0xQTTpE5InS_ERTG4mxZzzagsm-XnBJE1wh-y28tAnNqscWL9UFmmZPdxAgewzXUXKP27UUv3Cvv/s1600-h/kerbela5.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 147px; height: 200px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgIfgwW08B1saK0llMwMzG47abmC5Fy02z4Vu9w4Eau8SdN4CJA1SYHDBWf79G_-lXL0xQTTpE5InS_ERTG4mxZzzagsm-XnBJE1wh-y28tAnNqscWL9UFmmZPdxAgewzXUXKP27UUv3Cvv/s200/kerbela5.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5415205838548142882" /></a>Tanır mısın “<span style="font-weight:bold;">iyiciği</span>”, o iyilerin küçük ve sevimlisini, yani <span style="font-weight:bold;">Huseyni</span>? Peki abanın altındakileri? Hani “<span style="font-style:italic;">Ey Ehlibeyt Allah sizi kirden temizlemek istiyor</span>” buyrulduğunda O Pak'ın abası altına toplayıp kendileri için “<span style="font-style:italic;">bunlar benim Ehlibeytimdir ya Rab, onları kirden arıt</span>” diye niyaz ettiklerini. Yine lanetleşmek için “<span style="font-style:italic;">kadınlarınızı kadınlarımızı, çocuklarınızı çocuklarımızı, kendimizi kendinizi</span>” getirelim dendiğinde O Pak'ın sabah şafakla abası altına kimleri toplayıp kararlaştırılan yere gitmek için hazırlandığını ve onları görenlerin “bu gün karşımızda öyle bir topluluk var ki dağın yok olmasını isteseler dağ yok olur” deyip bundan vazgeçtiklerini ve O Pak ile anlaştıklarını.<br /><br />Tanır mısın Hüseyn'i, dedesinin kucağında hani dedesi ona sımsıkı sarılmış, dudaklarından öpmüş ve “<span style="font-style:italic;">gül kokulu reyhanım</span>” demişti. Peki bilir misin Huseyn'i hani O Pak dedeleri ağabeyiyle onu kucağına alıp “<span style="font-style:italic;">bunlar cennet gençlerinin efendisi</span>” demişti, yine hani O Pak Dedeleri mescidde konuşma yaparken onlar mescide girdiğinde dayanamayıp konuşmasını kesmiş ve onlara sarılıp öpmüş ve “<span style="font-style:italic;">bunlar insanlar için fitnedir</span>” demişti. Hatırlarsın değil mi nasılda mimberden fırlayıp aşağı inmişti onlar sendelediğinde...<br /><span class="fullpost"><br />Hani demişti ya “<span style="font-style:italic;">sizin en hayırlınız benden sonra Ehlibeytime en hayırlı davranışı olanınızdır</span>” diye, ve bizi “<span style="font-weight:bold;">Ehlibeytime karşı tutumunuzda size Allah'ı hatırlatırım</span>” diye uyarmıştı. İşe o Ehlibeytin küçük incisiydi Huseyn. Kendisiyle oynamaya doyamadığı dedesinden ayrılmıştı ilkin. O Pak dedesi onları ümmetine yadigar bırakmış ve Refiki alasına (yüce yoldaşa) kavuşmuştu. Ve dedesi ardından O'nun yokluğuna bir türlü alışamayan ve Onsuz dünya kendisine ıssız çöl gibi gelen Huseyn, kendisine sarılmaya doyamadığı Ehlibeytin “kevserini” biricik annesini de göndermişti dedesine. <br /><br />O çalkantılı yıllarında O Pak dedesinin nefsinden bildiği “ilim şehrinin kapısı” babası Murteza onun en büyük sığınağı olmuş ve onun terbiyesini üstlenmişti. Ve ne güzel terbiye etmişti onları. Öncelikle hiç kimseyi incitmemeyi öğretmişti onlara, sabırlı ve anlayışlı olmayı ve davranmayı. Öğrenirken saygıyla öğrenmeyi. Öğretirken ezmeden öğretmeyi.<br /><br />Yıllar yılları kovaladı, hilafet sunulduğunda Haydar-ı Kerrara ilkin “sizin dünya işlerinizin benim katımda keçinin aksırığından daha fazla bir değeri yoktur” demişti. Evet iktidar hesaplarının hakkın hükümran olması derdini geçtiği bir yerde nasıl keçinin sümüğünden daha değerli olsundu. İnsanların “ biz seni seçtik sana düşen görevini yapmak sorumluluktan kaçmamaktır” dediklerinde onlara “herhal ve şartta bana itaat edeceksiniz” dedi. Onlar da bunu kabul etti. <br /><br />Derken kendine ciddi bir destek göremediği için Medine'yi terk eden babaları Murteza da kendisine her hal ve şart altında itaat edeceklerine dair söz verdikleri halde sonradan sözlerini çiğneyenlere kırgın bir şekilde dünya dediğimiz bu sahneden ayrıldı. <br /><br />Aslında Murtezayı terk edenler pek de haksız sayılmazlardı. Zira O'nun kendine bile hayrı yoktu ki nereden onlara hayrı dokunacaktı. Kendi günlerce oruç tutar karnına taş bağlar ama garibanlara yiyecek dağıtırdı. Kendisine açıktan para vermesini isteyen kör kardeşi Akil'e bile kızgın maşayı uzatmıştı nerede onları kayıracaktı. Çünkü Onun kitabında bal tutan parmağını yalamazdı. Bal küpü de parmak yalama sevdasıyla tutulmazdı.<br /><br />Babasını yarı yolda bırakanlarla iş yapılamayacağını bilen ağabeyi Hasan halifelik isteyen ama krallar gibi davranan ile “kendisinden sonra Hüseyin'in halife olması şartıyla” uzlaştı. <br /><br />Ama namzetlikten krallığa terfi edenin Hasan'ı bırakmaya hiç niyeti yoktu ve bırakmadı da. Zaten “Allah'ın baldan orduları” da vardı. Ve kalleşçe hesaplar krallığın şanındandı. Oysa sorarsan adları komploydu, konspirasiydi.<br /><br />Zira salt iktidar için doğrulup, menfaat yapılanmaları kuranlar aslen nefislerine yenilmiş ve bir günlük olana meyletmiş kimselerdi. Onların dilleri ne derse desin yaptıkları hep tuğyana düşmek yani haddi aşmaktı. Oysa yapılması gereken “<span style="font-style:italic;">Allah için hakka çağıran adalet sahibi şahitlerden</span>” olmaktı. Ve insanlar arasında adaleti yaymaktı. Ve nihayetinde kulların kullara tasallutunu yok etmekti.<br /><br />Yıllar yılları kovaladı ve elbette krallar da ölürdü. Zira ölüm adildi ve “dilenciyi de sultanı da aynı haşmetle vururdu”. Onun okundan hiç kimse de kurtulamazdı. Ama ölmeden önce yapacağını yaptı yerini kaybetmek istemeyen yalaka valisine uyup zaten içinde gizlemekte olduğunu herkese ifşa etti. Oysa o valinin günleri zaten sayılıydı. Ama sonsuz arzuları bu görmesinin önündeki en büyük engeldi.<br /><br />Artık yerine geçecek olan oğlu Yezid'di, ve böylece bir anlaşma daha çiğnenmiş oldu. Babasının işi krallıktı Yezidin ki ne olacaktı, elbet alemlerden kafa kaldırabilirse milletin işleriyle de ilgilenecekti. Ama nasıl ilgilenirdi o belli değildi aslında bilene gün gibi aşikardı.<br /><br />Derken haber Medine'ye ulaştı. Hemen Huseyn'den biat almak lazımdı. Lakin Huseyn buna yanaşmayıp, bir gece Mekke'ye geçti. Zira Medinelilerden ümit yoktu belki hacca gelenlerle beraber Mekkeliler bir ümit verebilirdi. Oysa insanlar hep başka başka hesaplar peşindeydi. Herkes Huseyn'e akıl verip durmaktaydı. Fakat Huseyn'e lazım olan destekti. Kimileri O'na Yemen'e gitmesini tavsiye etti. Oradaki taraftarlarının ona destek vereceklerini söyledi. Oysa onlar Huseyni hiç davet etmemiş ve destekleyeceklerini ifade etmemişlerdi. <br /><br />Huseyn Mekke'dekilerde de ümit olmadığını anlamıştı ki Kufe'den mektuplar yağmaya başladı. “Gel” diyorlardı. “Yemişler büyüdü gel”, “sular çoğaldı gel”, “yiğitler güçlendi gel” ... Huseyn onları tanırdı babasına yaptıklarını da çok iyi bilmekteydi. Ama başka ümit veren kalmamıştı. Ya zilleti kabul edecekti. Ya da ölüm pahasına ümidi körükleyecekti.<br /><br />Zira diğerleri tavırlarıyla Huseyn'e bu oldu bittiyi "<span style="font-weight:bold;">sineye çek</span>" demek istiyorlardı. Sineye çek ve yokmuşsun gibi yaşa ki bizimde rahatımız bozulmasın, sineye çek ve yokmuşsun gibi yaşa ki gerçek kimliğimiz ortaya çıkmasın... Oysa bütün geçmişiyle ve gerçekliğiyle Huseyn vardı. Ve olanlar olmamış gibi yaşaması diriyken ölmesi demekti. Ve kimliği sebebiyle mümkün değildi. O Pakın evladı “<span style="font-weight:bold;">Bugün ben buna rıza gösterirsen yarın hiç kimse, hiçbir zulme karşı ses çıkarmaya yol bulamaz</span>” dedi. Ve gerçekten de öyleydi. Kim bir zulüm karşısında ses çıkarmaya kalksaydı. Kendisine Peygamberin torunları bile ses çıkarmadı denecekti. Ve O direnişçi meşruiyet için kendisine hiçbir dayanak bulamayacaktı.<br /><br />Bu Huseyn'in misyonuna ve kimliğine ihanet etmesi demekti. Ama bu onun dışında pek kimseyi ilgilendirmiyordu. Oysa ilgilendirmeliydi. Bugün rahatlarına dokunulmasın diye küçük bir sıkıntıya göğüs germekten sakınanlar yarın çok daha büyüklerinin altında ezilecekti. <br /><br />Zaten onlar daha önce babasını da desteklememişlerdi. Ve Huseyn'de ümitsizlikten milyonda bir ümide doğru yola çıkmaktan başka bir yol bulamadı. Biri hariç Mekke ve Medine'de Onu düşündüğünü iddia edenler yine “babanı sattılar seni de satarlar” diyorlardı. Oysa onlar Kufelilerden çok önce “az bir dünya metaına” kendileri Huseyni satmışlardı. Halbuki babaları ve dedeleri Onun dedesine sahip çıkarak şeref bulmuş ve ölümsüzleşmişlerdi. Ve kendileri böyle bir nimeti tepti. Ama bu sadece geçici bir rahatlıktı.<br /><br />Oysa Kufe'den mektup yağmaktaydı. Elçi olarak Kufe'ye gönderdiği Muslim b. Akil de kendisine binlerce kişinin biat ettiğini bildirdi ve “gel” dedi. <br /><br />Ve O biri Ona “ben senin yerinde olsam giderim” demişti, oysa ona düşende Zuheyr gibi ona omuz vermek ve dert ortağı olmaktı. Halbuki o, O'nun gölgesinden kurtulmak istiyordu. <br /><br />Evet Zuheyr gibi omuz vermekti. Aslında Zuheyr Huseyn'i hiç sevmezdi. Kufeliydi ama Huseyn'e muhalifti. Hacdan Kufe'ye dönüyordu. Huseynle karşılaşmamak için çok uğraşmıştı ama kimse kaderinin önüne geçemezdi. Ve bir gün bir yerde konaklamışlar, arkadaşlarıyla sohbet ediyorlardı. Derken Huseyn'in Kufe'ye giden kervanı onların olduğu yerede konakladı. Ve Huseyn onu ziyaret etmek için adam gönderip izin istedi. O ise reddetti. Karısı “sen ne biçim adamsın Peygamberin torunu gelmiş seni ziyaret etmek istiyor sense onu reddediyorsun, halbuki senin onun yanına gidip onu görmek gerekir” demişti. Baktı ki karısı haklıydı. Kalktı Huseyn'in çadırına gitti. Onunla görüştü. Onu görünce dedesini hatırladı, onun dedesi yanındaki konumunu ve Kufelilerin Ona bunu yapacağını anladı. <span style="font-weight:bold;">İmanı, Huseyni yalnız bırakmasına müsaade etmedi.</span> <br /><br />Dönünce arkadaşlarına “sizi sonunda büyük bir zafer ve bol ganimet olan bir savaşa çağırırsam gelir misiniz” dedi. Aldığı cevap “elbetti”. O “<span style="font-weight:bold;">şu halde peygamberin torunu Huseyn'le birlikte şehit olmaktan daha büyük bir zafer ve onun karşılığında alacağın cennetten daha büyük bir ganimet yoktur</span>” diye devam etti. Sonra karısına ağabeyiyle babasının evine gitmesini tavsiye etti. <br /><br />Yolda daha pek çok kişi onlara katıldı. Ama bunlar ilk olumsuz haberle sönecek balonlardı. Ve Huseyn adına Muslim'e biat eden binler iş ciddiye binince kendisine ihanet edip Onu yapayalnız bıraktıklarında ve bunun haberi Huseyn'e ulaştığında hemen patlamışlardı. Huseyn siz gidin demeden gitmeye başlamışlardı. Oysa onlarda Huseyn gidin deyince ağaı kalkan Zuheyr gibi “<span style="font-weight:bold;">ey Resulullahın evladı, muhakkak dünya ebedi olsa ve bizde orada baki kalacak olsaydık bile orayı terk eder senin dert ortağın olmak için buraya gelirdik</span>” demelilerdi. <br /><br />Bu halleriyle mucizeleri görünce etrafına toplandıkları Mesih, sözde alimlerin temsil ettiği müesses nizam ile takışınca etrafından kaçışanlara ne çok benziyorlardı. Ve Huseyn çağrılıp, terk edilen sonra da ihanete uğrayan İsa'ya ne çok benziyordu. <span style="font-weight:bold;">Aslında bu haliyle Huseyn bu ümmetin İsa'sıydı</span>. Ve aslında bu ümmetin kendinden öncekilerden hiçbir farkı da yoktu. Ve sonunda Huseyn'e ihanet edenler de aynen İsa'ya ihanet edenler gibi çarpılmışlardı.<br /><br />Derken Kufe'ye yaklaştıklarında yolları Hur bin Yezid'in komutasındaki bir birlikçe kesildi. Kufe'de ise seferberlik vardı. Bir zamanlar Huseyn'e “gel” diyenler şimdi O'nu boğazlamak için bir birleriyle yarışıyorlardı. Zira hem Yezid'in adamlarınca tehdit edilmişlerdi hem de kendilerine nimet sözü verilmişti. Bu halleriyle ne sefih, ne zavallılardı. <br /><br />Huseyn Hur'e “beni siz çağırdınız şimdi ne diye önümü kesiyorsunuz” dedi. Hur "benim bu konuda bir bilgim yok, bana sizi durdurmam emredildi" dedi. Ve kervan çölün ortasında develerinden indirildi. Husyen sordu “burası neresi” diye, aldığı cevap “Kerbelaydı”. Artık menzile varılmıştı. Ve O kaderine çoktan razıydı. O yapması gerekeni yapmıştı ama nankörlüğü en büyük özelliği olan varlık insandı. Ve zaten çiğ süt de emmişti. Oysa onlara düşen onun yolunu kesmeye değil karşılamaya adam göndermekti. <br /><br />Ertesi gün herkes Nuhayla'da toplanmaktaydı Abdullah b. Umeyr onları gördüğünde “burada ne oluyor” diye sordu. Ona “bunlar Rasullullah'ın torunu Huseyn'in üzerine gitmek için burada toplanıyorlar” dendi. Oda evine gidip karısına “bugün öyle bir cihad fırsatı yakaladım ki hiçbir cihad bunun kadar eftal olamaz” dedi. Karısını “o ne cihadıdır öyle” sözüne “<span style="font-weight:bold;">Rasulullahın torununun üzerine yürümeye giden şu adamlarla savaşmaktan daha büyük bir cihad ve bundan büyük bir şehadet yoktur, ben gidiyorum</span>” dedi. Karısı “ben seni asla bırakmam beni de götür” dedi. <br /><br />O gece Huseyn'in yanına gelmişler ve O'na dert ortağı olmuşlardı. Böylece artık onlarda Ehlibeytenlerdi. Derken dedesinin ok atarken “at saad at, anam babam sana feda olsun” dediği Sad bin Ebu Vakkasın oğlu Ömer, 4 bin kişiyle Kerbeladaydı. Ömer az bir dünya metaına yani bir valiliğe ahiretini satmıştı. Oysa oda ona yar olmayacaktı. Ama hırsı gözünü kör etmişti.<br /><br />Zuheyr kendilerine karşı gelenlere “<span style="font-weight:bold;">ey Kufe halkı siz geceler boyu Kur'an okur, gündüzleri oruç tutar, seher vakitlerinde çokça Allah'ı zikredersiniz, amellerinizi bu şekilde heder etmeyin</span>” dedi. Evet bu amellerin hepsi aslında bizi muhkem kılmak içindi. Muhkem olalım ki dünyaya saplanıp kalmayalım. Muhkem olalım ki ayaklarımız kaymasın. Muhkem olalım ki sapmışlardan olmayalım. Muhkem olalım ki gazaba uğrayanlardan olmayalım diyeydi. Oysa Huseyn'e karşı kılıç çekmek, amelleri yok etmek, hayatı boşa yaşamaktı.<br /><br />Ama çağırıp ihanet edenlere nasihatin ne faydası vardı. Derken Huseyn'in hiçbir hatırlatması ve uyarısı fayda vermedi. Hiçbir uzlaşı teklifi kabul edilmedi. Bunu gören Hur'ün bile bunu kalbi kaldıramadı. Atını Huseynin yanına sürdü atından indi ve “beni affet” dedi. “Ben bunların böyle yapacaklarını bilseydim hiç senin karşına çıkarmıydım” diye ekledi. Ve “şimdi Müsaade edersen senin önünde ölünceye kadar kılıç sallamaya geldim” diye devam etti. Huseyin “anandan doğduğun gün gibisin, affedildin” dedi.<br /><br />Ve bundan hicri 1371 yıl önce 10 Muharrem 60 Aşura günüydü ki Huseyn döndü ve “<span style="font-weight:bold;">eğer kanım dökülmeden ayakta durmayacaksa ceddim Muhammedin dini ey kılıçlar alın beni parçalayın bedenimi</span>” diye haykırdı. <br /><br />Aynende öyle yapmışlardı. O uğruna başlar feda başını, kralların adeti üzerine kesip Şam'a göndermek için kesmişlerdi. Ayrıca vücudunun üzerinde atlarla tepinmiş ve tüm kemiklerini kılmışlardı. O böylece yanındaki sadıklarla birlikte, şehadete atlamadan önce omuzuna dokunan Zuheyr'in ifadesiyle “<span style="font-weight:bold;">Dedesi Rasulullah'a, şehitlerin efendisi amcası Hamza'ya, babası Murteza'ya, annesi Fatıma'ya, amcası çift kanatlı şehit Cafer'e ve ağabeyi Hasan'a kavuştu</span>”. <br /><br />Dünyaya gözlerini kapadıktan 50 yıl sonraydı ki artık Muhammed'in Ehlibeyti O dedeyle şeref bulduklarını iddia edenlerce ya doğranmıştı ya da esir edilmişti. Kolları artık zincirliydi. Oysa onlar O Pakın yadigarlarıydı. Ve O Pak aşağılarcasına sopa vurulan o dudakları öpmeyi ne çok severdi. Onların hatrı yoktuysa bile dedelerinin de mi hatrı yoktu. Demek ki yoktu. Ümmetinden olmak sadece boş bir iddiaydı.<br /><br />Husyenin ardında davasını sürdürecek bacısı Zeynep ve oğlu Ali kalmıştı. Zeynep asla susmadı. Ve her yer ve zeminde Huseyn'i savundu. Onları yaptıklarından dolayı kınadı. Eli kolu bağlı Ali ise yapabileceği tek şeyi yaptı ve hepsini Allah'a havale etti. Ve Allah'ta kendisine havale edilen dava hususunda hükmünü verdi.<br /><br />Peki Allah'ın hükmü neydi? Yapanların yaptıkları yanlarına mı kaldı? Tabi ki hayır Allah Huseyn'in intikamı için ilk önce onu katledenleri ve satanları birbirlerine düşürdü. "<span style="font-style:italic;">Onlara birbirlerinin hıncını tattıdı</span>". Ve Aşura gününün üzerinden birkaç yıl geçmemişti ki hepsi birbirini boğazladı. <br /><br />Ama bu işten kurtulmak bu kadar kolay değildi. Henüz gençti ama dünya, Yezide de kalmadı o da 4 yıl geçmeden o hiç kimseyi es geçmeyen ölümün ani vuruşuyla sarsıldı. O yaptıklarıyla yüzleşmeye gitmişti ki sıra Huseyni rahatları bozulmasın, kanları dökülmesin, ırzlarına dokunulmasın ve kendileri iktidar olsunlar diye satanlara gelmişti.<br /><br />Olayın 5. yılında Allah felaketi önce Ali'ye kıyan ve Hüseyne yüz çeviren Haricilere gönderdi. Ve onların iktidarını yerle bir etti. Ardından felaket Medine'ye geldi. Medineye girdiğinde kralların adeti üzere askerlerine üç günlük yağma hakkı verdi. Böylece Huseyn'i rahatı bozulmasın diye satanların rahatı bozuldu, kanı dökülmesin diye satanların kanı döküldü, ırzına halel gelmesin diye satanların ırzına geçildi. Ve görüldük ki bunların hiçbiri <span style="font-weight:bold;">Müntekim</span> için Huseyn'den daha değerli değildi.<br /><br />Felaket bir kez patlak vermişti ve sıra Mekke'ye gelmişti. Huseyni kendi iktidarı için satanların iktidarı yok edildi. Ve felaket asıl menzili olan Irak'a yerleşti. Ve yıllarca Huseyni satanlara yıllarca kan kusturdu. <br /><br />Bu felaket ne miydi? Bu felaketin adı Haccac bin Yusuf, unvanı ise Haccac-ı Zalimdi. Aslında önceden böyle değildi ilimle uğraşırdı ama sonradan tozuttu. Tozuttu mu? Bilmiyorum. Belkide sözde ilim sahiplerinin güç sahipleri önünde <span style="font-weight:bold;">ilimlerini bir kenara atıp</span> nasıl eğildiklerini görünce "demek önemli olan ilim değil güçmüş" demişti. Ve güç sahiplerinin davrandıkları gibi davranmıştı. Öyle yada böyle sonunda “<span style="font-style:italic;">eden buldu</span>”. <br /><br />Aynı İsa'ya edenlerin bulduğu gibi, tir tir titrediği gibi. Hani “<span style="font-style:italic;">ikinci kez azdıklarında üzerlerine güçlü kulların gönderildiği</span>” gibi. Nasıl ki Allah, kendilerini Allah'a adadıklarını iddia eden bu sözde muvahhitlere karşı putperestleri tercih etmişti. Belli ki de şimdi berikilerin yaptıklarına karşı bir zalimi tercih etmişti. Sonuçta “<span style="font-style:italic;">hüküm de mülk de Allah'ındı</span>”. O arza dilediğini hakim kılardı.<br /><br /><span style="font-weight:bold;">Zaten değer sahibinin değerini bilecek değere sahip olmadığı halde, rol yapanların Allah katında ne değeri olabilirdi.</span> Ve niçin onları diğerlerine tercih etsindi. Diğerleri en azından berikilerden daha dürüsttü ve yaptıkları pisliklere Allah'ı dayanak kılmıyorlardı. Ve O'nu kendi heva ve heveslerini saklamak ve meşrulaştırmak için kullanmıyorlardı. <br /><br />Ve O sonunda Ashab-ı Kerbela'yı kabullerin en güzeliyle katına kabul etti. Diğerlerini ise perişan etti. Bu dünyadaki perişanlıktı ahitteki muhakkak ki bununla kıyaslanmazdı.<br /><br />Bilene bundan böyle her gün Aşura ve her yer Kerbalaydı. Aşuraydı zira Huseyni bilmeyen Muhammedi ne bilsindi? Bildiği ancak vehimdi. Kerbelaydı zira o kanlar boşuna akıtılmamıştı. Ve o kan kıyamete kadar haddini aşan her azgına asla meşru olamayacağını haykıracaktı.<br /><br />Aslında bu yaşananların ve anlatılanların hepsi ibret içindi. Ders alanım ve kendimize çeki düzen verelim diyeydi. Ne amellerimize nede geçmişimize güvenmeyelim diyeydi. Asıl olanı doğru dürüst kavrayalım diyeydi. Ve sahip çıkmamız gerekene, sahip çıkmamız gerektiği anda sahip çıkalım da sonra pişman olanlardan olmayalım diyeydi. Ve verdiğimiz söze sadık kalalın diyeydi.<br /><br /><span style="font-weight:bold;">Şu halde payına düşeni alana ne mutlu!<br /></span><br /></span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-47516774045388212012009-11-10T01:05:00.012+02:002009-12-14T23:27:14.823+02:00Aşk olsun!<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJe2QQ2lyZvvmyjc7pNWj_E5HxHNDJ-Gbf4cMySJEnYnS8GDVLl6iYKRTGTxUrAoNHNMumLdm9AoELUkqPyhjp4gL5Yh6ReOJWxmuY4-Qh61dk2zki0tXPWdSbOQNRdemOacGfZ2wyC8u_/s1600-h/a%C5%9Fk1.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 200px; height: 150px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJe2QQ2lyZvvmyjc7pNWj_E5HxHNDJ-Gbf4cMySJEnYnS8GDVLl6iYKRTGTxUrAoNHNMumLdm9AoELUkqPyhjp4gL5Yh6ReOJWxmuY4-Qh61dk2zki0tXPWdSbOQNRdemOacGfZ2wyC8u_/s200/a%C5%9Fk1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5402244734254208194" /></a>Mükemmele hayranlık ve bu hayranlığın sonucu ona öykünme kainatta gerek mikro gerekse makro düzeyde çok güçlü bir tutkudur. Ve bu tutku sadece mükemmel ile sınırlı olmayıp varlık için mükemmelin kendini anımsattığı veya kendisini mükemmele ulaştıracak olan her şeye şamil olacak kadar güçlü ve yaygındır. Bu tutkunun mikro düzeyde yansıması sayesindedir ki hayatın da üzerine kurulduğu kimyasal reaksiyonlar oluşma imkanı bulur ve böylece hayat dediğimiz bu aşk sayhası var olur. <br /><br />Mikro düzeyden makro düzeye tüm alemde tecellileri bulunan bu tutkunun elbet biz insanlar aleminde de pek çok yansıması mevcuttur. Ve bu kutlu akış sebebiyledir ki her birimiz ister istemez aşk hikayeleri karşısında kayıtsız kalamayız da onlardan ayrı bir etkileniriz. Aşk dediğimiz bu tutku hikayelerinin kiminde aşık maşuku elde etmek için her şeyi göze alır ve pek çok zorluğa göğüs gerip sonunda onu elde ederken kimisinde ise aşık kimi zaman onu kaybetme pahasına maşukun mutluluğu için çırpınıp durmaktadır. <br /><span class="fullpost"><br />Peki aşık ile maşuk arasında nasıl bir ilişki olmalıdır? Bu ilişki "<span style="font-weight:bold;">ya benimsin ya toprağın</span>" vecizesinde (!?) ifade edildiği gibi mi olmalıdır yoksa aşık kendini maşukun azat kabul etmez kölesi olarak mı görmeli ve asli görevinin maşuk ile arasında ki en büyük engel olan ve Mevlana'nın putların en büyüğü dediği "<span style="font-weight:bold;">ben</span>i" aşmak ve böylece tamamen maşukta yok olmak olduğunu mu kabul etmelidir?<br /><br />Aşkın insan başta olmak üzere bütün varlıkların mükemmel yani subhan olana öykünmesi sonucu oluşan tutkunun adı olduğu kabul edilirse insanın mükemmel karşısındaki O'nu sahiplenme yaklaşımının bir sapmayı O'nu sahip bilme yaklaşımının ise olması gereken olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.<br /><br />Yine "ya benimsin ya toprağın" mantığıyla kurulan bir ilişki de aşık olunan acaba maşuk mudur yoksa aşık olduğu iddiasındaki aslında kendi benine aşıktır da yaşadığı bir yanılsama mıdır? Bana göre elbet aşık olunan her istediğini elde etmek isteyen "bendir" ve yaşanan bir yanılsamadır. Çünkü kişi ben dediği sürece aşk diye bir şey yoktur.<br /><br />Zaten aşk aslında ne kuralları kişiden kişiye durumdan duruma değişen bir şizofren hezeyanı ne de 40 kurallı bir seremoniler yığınıdır. Hele aşk hormonel taşkınlık sonucu oluşan iki cins arasındaki bir çeşit oyun hiç değildir. Aşk tek kuralı maşuk olan ve varlığa hayat vererek aslı olan tutkunun bizzatihi kendisidir. <br /><br />Aşık ile maşuk istekleri arasındaki ilişki ne nehir ile somon balığı arasındaki gibi akışa rağmen ve akışın aksine bir ilişkidir nede akışın kendisini yönlendirdiğini umursamayan ve kendine akışa rağmen alan oluşturmaya çalışan sazan ile akış arasındaki ilişkidir ama belkide kendini akışa bırakan ve akış onu nereye götürürse oraya giden dal parçasıyla akış arasındaki ilişkidir. <br /><br />Aşık için önemli olan kendi “<span style="font-weight:bold;">ben</span>”inin istekleri değil de maşukun “benidir”. Sonunda onunla özdeşleşir ve maşukun mutluluğu aşıkın mutluluğu olur. Daha doğrusu ilişki böyle bir hal alınca o ilişkiye aşk denir. <br /><br />Ve bu nedenle olsa gerektir ki maşuku razı etmenin ön koşulu ondan gelen her şeye razı olmak ve onun bunlarla bize neyi öğretmeyi arzuladığını kavramaya çalışmaktır.<br /><br />Aslında insanlık tarihi bunun örnekleriyle doludur ve hiç şüphesiz bu aşk hikayelerinin en büyüklerinden biri kimine göre İbrahim ile oğlu İsmail kimine göre de oğlu İshak arasında geçen adama, adanma, razı olma eylemin anlatıldığı hikayedir. Bu hikaye bize, aşık için kalpte maşuktan başkasına yer olmayacağını anlatır durur. Ve bu hikayenin hürmetine Muhammed Mustafa biz Müslümanlar için bu aşk hikayesinin hatırasına her yılın Zil'hicce ayının 10. gününü adama ve adanma ve razı olma Bayramı olarak ilan etmiştir. <br /><br />Muhakkak ki bu bayram ne yoksullar dahil herkes doya doya et yesin diye ihdas edilen bir et bayramıydı nede bazı organizasyonların bu sayede deri toplayarak veya kurban kesim kampanyaları düzenleyerek ekonomilerini düzeltsinler diye belirlenmiş bir tüketim kampanyasıydı. Hele amaçlanan millet kan görsün de biraz katılaşsın hiç değildi. <br /><br />Ama amaçlanan bunların çok ötesinde aşkın tecellisi olarak adayanın, adananın ve bunun karşısında rıza gösterenin hatırasının her daim canlı tutulmasıydı. Ve böylece zaman içinde dünyaya saplanıp kalan biz insanların o muhteşem hatıra üzerine yaşamı yeniden asli mecraına kavuşturma gücünü geçmişimizden bulmamızın sağlanmasıydı.<br /><br />Fakat insan evriminin son aşamasını temsil eden ve sinekten yağ çıkarmasıyla bilinen biz “homoeconomicus”lar böyle bir hatıranın yıl dönümünü de tüketim çılgınlığına çevirmeyi başardık. Bunda kalplerimizi kavuran ve kendi benimizin heva ve heveslerini kışkırtıp bizi olunmaz hedeflere dehleyen kapitalist bakış açımızın etkisi elbette büyüktü. Ve aslında bu hedeften sapmak ve zahiri yerine getirip özü savsaklamak demekti. Ve bu halimizle gerçekte zahiri yerine getirip Cumartesi yasağının ruhunu çiğneyenlere nede çok benzermiş olmuştuk. Oysa onları sürekli lanetleyip de durmaktaydık.<br /><br />Evet bu bayramdan amaç aşk olsundu. Aşk hatırlansındı. Ve aşk üzere yaşansındı.<br /><br /><span style="font-weight:bold;">Şu halde bunu idrak edip gereğince kendi benini (nefsini) dizginleyen ve kendini akışa bırakıp maşuku razı edenlere ne mutlu!</span><br /></span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-2387869215170889122009-10-19T15:50:00.004+03:002009-11-25T15:02:15.339+02:00Ekonomik Krizin Düşündürdükleri<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhza08FqnpnNkecyNl8Wy4KZqh46DYNmyBmatVbgQQnWL19TmM4xJWhhQirq_rnQfDm19m7-zTDx75V3ri_JThgk42zjRRaiAv6ZQECv_B1Bx72F97qccZoLyZfvlY4gb5zKVwizF7gVToA/s1600-h/kriz-06.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 200px; height: 132px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhza08FqnpnNkecyNl8Wy4KZqh46DYNmyBmatVbgQQnWL19TmM4xJWhhQirq_rnQfDm19m7-zTDx75V3ri_JThgk42zjRRaiAv6ZQECv_B1Bx72F97qccZoLyZfvlY4gb5zKVwizF7gVToA/s200/kriz-06.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5394293002675454738" /></a>Bir düzmece midir yoksa gizli bir metnin sızması mıdır bilinmez Siyonist kurul tarafından düzenlendiği iddia edilen protokollerde “<span style="font-style:italic;">ekmeğe muhtaç etki sana itaatkar köleler olarak gelsinler</span>” yazdığı iddia edilir. Ve bu sebepledir ki dünyada buhran seviyesine varan tüm ekonomik çalkantılarda hep mezkur taifenin parmağı olduğu bazılarınca iddia edilir, ve başka bazılarınca ise bu tür iddialar komplo teorisi olarak etiketler durur. <br /><br />Aslında bizdeki kullanımında bir fark olmamakla birlikte erbabınca kullanımında Complot ve Conspiracy arasında farklılıklar vardır. Complot yani komplo savunma amacıyla yapılan entrikalara verilen ad iken conspiracy saldırı amacıyla yapılan entrikaların terminolojik karşılığıdır. <br /><span class="fullpost"><br />Bu kısa terminoloji açıklamasından sonra konumuza geri dönecek olursak, bildiğiniz gibi dünya piyasalarında 2008 yılı ortalarında kendini hissettirmeye başlayan ve Eylül ayında yıkılması imkansız görülen yüzyıllık kalelerin çökmesi ve ABD devletinin domino etkisini önlemek adına bunlara el koymasıyla ilan edilen maluma hem cinslerimizin ekonomistleri “<span style="font-weight:bold;">global ekonomik kriz<span style="font-style:italic;"></span></span>” demektedirler. <br /><br />Bu krizi 1998 Asya, 2001 Türkiye krizlerinden ayıran ve çokça karşılaştırıldığı 1929 kriziyle benzeştiren asli unsur krizin kapitalizmin merkezi olan ABD'de vuku bulması ve sonra tsunami dalgaları gibi bütün dünyayı sarması ve sarsmasıdır. <br /><br />Oysa 1998 Asya krizi aslen Endonezya, Malezya, bir miktar Tayvan gibi uzak doğu ülkelerini vurmuştu. Ve buralardan çıkan paraların kendilerine akması sebebiyle dünyanın nüfus ve dolayısıyla ucuz iş gücü ambarı Çin ve Hindistan'ın yıldızı dünya ekonomileri üzerinde parıldamaya başlamıştı. Bu ülkelerden Çin, 1997'de bünyesine dahil olan kapitalist küçük balık Hong Kong'un devasa sosyalist cüssesine rağmen kendisini yutması sebebiyle dünya ekonomik sistemiyle tamamen entegre olmuştu. Bu entegrasyonda Çin'in asli fonksiyonu diğer rakip partneri Hindistan gibi sisteme ucuz iş gücü sağlamak olup bu ikilinin ucuz iş gücü dünyanın geri kalanındaki çalışanların üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanmış ve bu sayede dünya nüfususunun %10'undan daha azını temsil etmelerine rağmen dünya gelirinin %80'inden fazlasını elinde bulunduran <span style="font-weight:bold;">dünyanın elitleri </span>dünya ekonomilerini özellikle de çalışanlar aleyhine allak bullak etme imkanı bulmuşlardır. <br /><br />İçinden bir türlü çıkamadığımız 2008 krizi ise 11 Eylül rüzgarıyla dünyaya nizamat verme işini hızlandıran dünyanın Jandarması ABD'nin stratejik açılımı olan Afganistan işgali ve ardından eski dostu sonraki düşmanı Saddam Hüseyin'in alaşağı etmesi ardından ABD ekonomisinde mortgage (ipotek) krizi sonucu Bankaların verdikleri kredilerin amiyane tabir ile “patlaması” sonucu oluştu. En azından bizlere bu şekilde sunuldu. Oysa ABD ekonomisi özellikle Irak işgali sonrası oluşan spekülatif petrol fiyatlarından 2-3 yılda çok iyi paralar kazanmıştı. Ve muhtemelen Irak Savaşında maruz kaldığı masrafları fazlasıyla karşılamıştı. <br /><br />Şu halde bu krizin asıl sebebi neydi? Talebin çok üzerindeki aşırı arz sonucu ekonominin tıkanması mıydı yoksa bununda ötesinde petrolün aşırı değer kazandığı dönemde fazlasıyla para kazanan “<span style="font-weight:bold;">istenmeyenlerin</span>” elindekileri paraların elitlerin kasalarındaki yerlerine yerleştirilmesi miydi? Muhtemelen amaç ve yöntem bunların da kapsamakla birlikte bunların çok ötesindeydi. <br /><br />Aslında kapitalist elitler tezgahlarının sürekliliğini sağlayabilmek için sürekli olarak, havuç ve sopa politikasının ekonomik karşılığı olan ve özellikle “<span style="font-weight:bold;">çevre ülkelerde</span>” uygulanan ekonomik gelişme ve ardından gelen ekonomik kriz politikasını “<span style="font-weight:bold;">merkezi</span>” de içine alacak şekilde uyguladılar. Ve böylelikle krizin herkes tarafından hissedilmesini istediler. <br /><br />Ülkelerin rezervleri tedbir politikalarıyla birlikte şimdilik krizi kompanse edebildiği için krizin gerçek etkileri henüz ciddi miktarda kendini göstermedi. Geçtiğimiz 10 yıl boyunca Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla ve globalleşme marifetiyle dünya ekonomilerinin entegrasyonu önündeki engellerin kaldırılması kriz çölünün içinde ekonomik vahaların oluşmasını engelleyecek veya çok azaltacak ve krizin çevrede çok daha fazla hissedilmesini sağlayacaktır. Ve krizin asıl etkileri muhtemelen önümüzdeki dönemlerde rezervlerin azalması sonucu devletlerin harcamalarda kısıntılara gitmesi sonucu kendini çok daha fazla gösterecektir. Ve bu bağlamda IMF başkanının “<span style="font-style:italic;">yoksul ülkelerde savaşlar çıkabilir</span>” şeklindeki ifadesi anlamlıdır. <br /><br />Aslında bu süreç krizi tezgahlayanların veya tetikleyenlerin homojenlikleri ve niyetlerine bağlı olarak ileride daha da belirginleşecektir ve gidişat netleşecektir. Ve böylece bu krizin teknik bir hata sonucu mu ortaya çıktığı yoksa bir tezgahın uzantısı mı olduğu anlaşılacaktır.<br /><br />Şimdilik görülen krizin gelişmiş, müreffeh toplumlarda bile ayrışmalara neden olduğu ve toplumların kendilerinden olmayanlara karşı daha az anlayışlı hale geldiğidir. Avrupa'da ve ABD'de özellikle 11 Eylül sonrası ve bahanesiyle bazı aşırı grupların öncülüğünde İslami değerlere veya sembollere yönelik saldırganlığın artması ve kitleselleşme eğilimi göstermesi bunun en güzel örneğidir. Muhtemelen kriz derinleştikçe bu ayrışma daha da artacak ve derinleşecektir. <br /><br />Hele ki “<span style="font-weight:bold;">savaşan şahin</span>” Bush sonrası “<span style="font-weight:bold;">barış güvercini</span>” Obama'nın estirdiği barış ve uzlaşı rüzgarının herhangi bir sebepten dolayı ve herhangi bir şekilde akamete uğraması veya sonuçsuz kalması bu kutuplaşmaları ve nihayetinde çatışmaları çok daha fazla derinleştirecek ve arttıracaktır.<br /><br />Bu durumda dünyanın yeni bir üst versiyon “<span style="font-weight:bold;">savaşan kartal</span>” ile karşılaşması ve kendini ateşler içinde bulması hiç de şaşılacak bir durum olmayacaktır. Ve tarihi tecrübe göz önüne alındığında bu bana göre hiç de azımsanamayacak bir ihtimaldir. Böyle bir durumda kazananın yine gemisini yüzdüren kaptanlar olacağı ve halklara sadece acı, sıkıntı ve ızdırap düşeceği kanaatimce açıktır. <br /><br />Sosyalist olmasa da “Marks'tan daha solda” olacak kadar sosyal bir insan olan ve bireysellik ve bencilliğin yaktığı dünyada diğerkamlık anlayışı üzerine bir topluluk kuran peygamberin müntesipleri olduğu iddiasındaki bizlerin bu durumda yapmamız gereken şey kendi iktidarlarını pekiştirmek için her gittiği yerde çatışma çıkarmayı olmazsa olmaz kabul edenlerin ardından değil de gitti toplumlarda asgari uzlaşı noktaları bulma ve “<span style="font-weight:bold;">hak, adalet ve merhamet</span>” temelinde toplumu şekillendirme gayretinde olanın ardı sıra yürüyerek gerek mesleki gerek meslekler üstü toplumsal dayanışma ağları kurup bunları güçlendirmek ve dayanışma konusunda birbirleriyle dayanışarak rekabet eden yapılar oluşturarak gerek bu krizin gerekse bütün diğer krizlerin başta kendi toplumumuz olmak üzere tüm dünyadaki etkilerini asgariye indirmenin yol ve yöntemini bulmak ve kapitalist elitlerin insanların emek, hayal ve ümitleri ile oynamada kullandıkları araç ve yolları tıkamak olmalıdır. <br /><br />Aksi takdirde bütün dünya için çatışma ve kaostan başka bir şey olmayacaktır. Ve kaos da her ne kadar bigane kalmayı yeğlesek de yeryüzünde “<span style="font-weight:bold;">hak, adalet ve merhamet</span>” üzerine düzen kurma görevi üstlenen biz insanlar için bir sapmayı ve dolayısıyla kendi gerçeğinden uzaklaşmayı ifade edecektir. <br /><br /><span style="font-weight:bold;">Şu halde görevinin idrakinde olup onun gereğince iş yapanlara ne mutlu!</span><br /></span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-68432672272991100172009-10-06T00:28:00.002+03:002009-11-25T15:02:54.276+02:00Habil gibi ol!<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhPzPQCsocQsE6AAU95PiQVlHMhQyvJndNlNkX3DV-jPsLbwAYet9WMR48HuDYdlGKz7p_krYHFlppK-ps8CHPxMNHOI-J8P8nIoPBis7exVVPBGTqOlryE71LaO9AybDABNXz6vSQNc0MW/s1600-h/%C3%A7inli+ba%C5%9Fka+%C3%A7oban.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 200px; height: 191px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhPzPQCsocQsE6AAU95PiQVlHMhQyvJndNlNkX3DV-jPsLbwAYet9WMR48HuDYdlGKz7p_krYHFlppK-ps8CHPxMNHOI-J8P8nIoPBis7exVVPBGTqOlryE71LaO9AybDABNXz6vSQNc0MW/s200/%C3%A7inli+ba%C5%9Fka+%C3%A7oban.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5389231135548523170" /></a>Bilirsin değil mi Adem'in çocuklarının hikayesini? Habil ve Kabil'inkini? Nasıl imtihan edildiklerini ve onları neyin karşı karşıya getirdiğini? Ve buna karşı nasıl tavır takındıklarını? Bencillik ateşinin nasıl insanın bağrını yaktığını? Ve insanı nasıl olunmaz mecralara sürüklediğini? <br /><br />Yine bilirsin değil mi önemli olanın mükemmellik iddiasının ispatı olarak sunulan gösterişli olanın değil haddinin bilmenin eseri olarak sunulan sade olanın olduğunu? Ve insanın yaptığını değerli kılanın özünde taşıdığı niyeti olduğunu? Niyeti bozuk olanın hiçbir şeyinin asla doğru olamayacağını? <br /><span class="fullpost"><br />Bilirsin değil mi kötüye onun yöntemleriyle karşılık verenin de kötüden farksızlaştığını? Erdemli olmanın erdemli davranmaktan geçtiğini? Ve her iddia sahibinin iddiasını ispat etmek zorunda olduğunu? Bunun bazen de bile bile lades olmak anlamına geldiğini? Ve elbette birlisin niyetleri bozuk olanların er ya da geç pişman olacaklarını. Pişmanlıklar içinde yaşayıp pişmanlıklar içinde öleceklerini. Ve asıl pişmanlığı ise yeniden diriltildiklerinde yaşayacaklarını.<br /><br />İşte Ademin çocukları böyle ibretli bir hikayenin yaşayan numuneleri olmuşlardı. Bilmiyorum niçin kurbanlarını sunağa koymuşlardı? Bilemem amaçları istenen kızın kimin olacağını Allah'ın belirlemesi miydi yoksa nebevi mirasın varisinin kim olacağının ortaya çıkması mıydı? Yani seçkin olanın kim olduğunun anlaşılması mıydı? Ama ikisi de o güne hazırlanmış ve kurbanlarını sunaklara koymuşlardı. <br /><br />Anlatılanlara bakılırsa Habil çobanlık yapardı. Ve hayvanlarıyla dağ bayır dolanır onları otalatırdı. Onların sütünden, etinden, derisinden yararlanır ve yararlandırırdı. Yani bir açıdan dünyada mekan tutmayı önemsemeyenlerdendi. Ve muhtemelen “<span style="font-weight:bold;">bu dünyada bir dikili taşı bile yoktu</span>”. Belki de bu sebepten bilmezlerce hep hor görülürdü. Ama onun en büyük özelliği elbet bu değildi. Zira O hayatı boyunca asla içten pazarlıklı olmamıştı. Hep içtenlikle ve dürüstlükle hareket etmişti. Ve adağını da bu şekilde içtenlikle ve büyük bir saygıla ve kabul olması ümidiyle sunaya koymuştu.<br /><br />Buna karşı Kabil'in bahçeleri belki de tarlaları vardı. Yani “<span style="font-weight:bold;">dünyada mekan ahirette iman</span>” diyenlerdendi. Ne tam olarak dünyadan nede Rabbin rızasından geçebildi. Dünya denen bu sırat köprüsünde oldum olası doğru dürüst yürüyemedi. Ve oda tarlalarına ektiği ürünlerle geçinir ve geçindirirdi. Elbette Kabilin en büyük özelliği bu da değildi. Onun gönlü hep yükseklerde gezer ve amaçlarına ulaşmak için oyunlar oynamayı severdi. Oysa yücelere oyunlar oynanarak erişilemezdi. Yine kimbilir o da adağını ne büyük bir hırsla gösterişli bir şekilde hazırladı ve nasıl bir kibirle sunağa koydu. <br /><br />Ne kadar doğrudur bilinmez Habil'in sunağa en iyi kuzusunu koyduğu Kabil'inse “<span style="font-weight:bold;">nasıl olsa Allah bunu yiyecek değil</span>” diyerek üste iyi ürünleri alta ise kötüleri koyarak sunduğu da söylenir dururdu. Ve ne hikmetse bunu her duyduğumda kendimiz için bir şey yapacakken veya bir şeye erişecekken gösterdiğimiz hassasiyetin onda birini Allah rızası için başkasına bir şey yapacakken göstermeyişimiz aklıma gelir ve kendi gerçeğimle utanır durdum. Zira böyle bir tavır acaba kimin tavrıydı? Ve böyle yaparak Habil'in adımlarını mı izlemekteydik yoksa rehberimiz Kabil miydi?<br /><br />Elbet “<span style="font-style:italic;">Allah'a kurbanların eti de kanıda ulaşmaz lakin bizim niyetlerimiz ulaşırdı</span>”. Ama böyle bir oyunu oynamayı düşünmek veya söz konusu onun rızası olunca düşük olanı yapmayı düşünmek bile yeterince niyet bozukluğu değilmiydi. Ve böyle bir niyet nasıl Allah'tan olumlu yanıt bulsundu.<br /><br />Derken Allah bir ateş gönderip Habil'in adağını alarak tercihinin kimden yana olduğunu gösterdi. Bu elbet halis niyetin karşılığını bulmasından başka bir şey değildi. Ve elbette Allah niyeti halis olanı ve özünü temiz tutma arzusundakini tercih edecekti. Belki de Habil bunun sonunda gözyaşlarıyla Allah'a şükretmiş ve olduğu yere çöküp kalmıştı. <br /><br />Ama Kabil'in Allah'ın tercihinden hiç hoşlanmadığı çok açıktı. Belki de öfkesinden “<span style="font-weight:bold;">nasıl beni değil de onu seçersin</span>” diye haykırmıştı. Aynı daha önce İblis'in babasına secde etmesi istendiğinde yaptığı gibi. Oysa ona düşen Allah'ın tercihini kabul etmek edemiyorsa da her şeye rağmen ona boyun eğmekti. Ve belki niçin kendinin değil de Habil'in seçildiğini anlamaya çalışmak ve tercih edilenin tercih ediliş sebebi uyarınca kendine çeki düzen vermekti. <br /><br />Oysa o bunu yapmaktan ne kadar da uzaktı. İçi içini yiyordu. Ve belli ki O olmasaydı beni seçecekti diye düşünmeden kendini alamıyordu. “<span style="font-weight:bold;">Ne yapmalıyım</span>” diye düşünürken hiç kendini eleştirmek ve kendine çeki düzen vermek aklına gelmedi. Zira ona göre o her şeyi düşünmüştü. Kurallarıda zahiren yerine getirmişti. Dolayısıyla asıl sorun kendinde değil tercihi yapandaydı. O kimi tercih edeceğini bilememişti. Aslında bu haliyle de babası karşısında kibirlenenin adımlarını izliyordu. Oysa kendisine defalarca “<span style="font-style:italic;">o sizin için apaçık düşman ve kötü örnektir</span>” denmişti. Ama öfke gelince akıl aynen böyle öfkenin kölesi oluyordu. <br /><br />Bilmem onu saran O'nu ortadan kaldırırsa kaçınılmaz olarak kendisinin kalacağı düşüncesi miydi yoksa “o ki sen bana onu tercih ettin bende sana benden daha düşük olduğunu ispatlarım” düşüncesi miydi onu Habil'i ortadan kaldırmaya iten temel düşüncesi. Bu ne mantıksız ve olunmaz bir yoldu ama ona ne de güzel ve makul gelmişti. Derken fırsat kollamaya ve Habil'den kurtulmanın yollarını aramaya koyuldu. Bunun için uğraştığının yarısı kadar kendini düzeltmek için uğraşsaydı herhalde tercih edilen kendisi olacaktı. <br /><br />Ve nihayet kolladığı an gelmişti. Habil ile sote bir yerde yalnız kalmışlardı. Ve Habil'e öfke kusmaya başlamıştı. Habil onun niyetinin hiçte iyi olmadığını çok iyi anlamıştı. Fakat onun gibi davranıp onun gibi olmaktan korkuyordu. Onu suhulete davet etti. Ama bencilliğinden kaynaklanan hırsı öfkesini o kadar alevlendirmişti ki onun kendisine hatırlatılanları değil dinleyecek duyacak bile hali yoktu. Nerede ki kendisine Allah'ın hatırlatılmasından etkilenecekti.<br /><br />Ve Habil onun nasihat dinlemediğini ve öfkeden gözünün döndüğünü görünce ona bütün içtenliğiyle “ <span style="font-style:italic;">And olsun! Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım</span>” dedi. Ve işte bu tavır farkı aslında Habil'in seçilme fakat Kabil'in seçilmeme nedeniydi. Ama onda bunu anlayacak idrak ne gezerdi. Ey bencillik nasılda kurutmuştun onun insafını! Ve ey bencillikle kuruyan insaf nasıl da onu insanlıktan çıkarmıştın!<br /><br />Derken Habil vuslatına ermiş ve emanetini kendinden istendiği üzere pişirmiş ve olgunlaştırmış ve öylece Rabbine teslim etmişti. Kabil'e kalansa artık bitmek bilmez bir pişmanlık ve kokuydu. Kardeşinin cansız bedeniyle ne yapacağını şaşıran Kabil onu saatlerce taşıdı. İçi içini yiyordu acaba gerçekten ölmüş müydü yoksa bayılmış mıydı? Onu defalarca dürtmüş ve sarsmıştı ama artık her şey bitmişti. <br /><br />Şaşkınlık içinde onu ne yapacağını bilemeyen Kabil'e Allah onca kibrine ve büyüklük taslamasına rağmen bir karga kadar bile olamadığını göstermek için ölüsünü gömmeye çalışan bir karga gönderdi. Evet onca donanmışlığına, bencilliğinin beslediği onca kibrine ve onca büyüklük iddiasına rağmen Kabil bir karga kadar bile olmamıştı. Zaten büyüklük taslayanlar gerçekte hep böyle çaresiz ve zavallıydı.<br /><br />Peki sonunda Kabil muradına erebilmiş miydi? “<span style="font-style:italic;">Muhakkak ki Allah'ın ahdi zalimlere erişmezdi</span>”. Nerede bunca cürümü işleyen Kabil'e erişsindi. O pişmanlıklar içinde ömür sürdü ve pişmanlık içinde ahuzar ile emanetini teslim etti. Ve belkide çektiği pişmanlıklar çekecekleri yanında hiçbir şey değildi. <br /><br />Bize odan ne kadar miras kaldı bilemiyordum ama hiç kalmadı da diyemezdim. Zira “<span style="font-style:italic;">nefsi temize çıkarmaya çalışmak</span>” bile nefsin azgınlığının işaretiydi. Bilemiyorum gerçekte Adem'in oğlu Habil gibi mi olmuştuk yoksa atamız olması daha muhtemel Kabil'e mi benziyorduk. Daha doğrusu Adem'in izini mi sürüyorduk yoksa çaktırmadan, düşman deyip lanetlediğimizin yolundan mı ilerliyorduk. Belki de ne Habil ne de Kabil'dik. İki ara bir derede kalmıştık. Ne bütün benliğimizle teslim olabiliyorduk nede tamamen reddedebiliyorduk. Ne yardan ne de serden geçemiyorduk. Ve belki de iki yakamızın bir türlü bir araya gelmemesi de bu yüzdendi. Zira bütün büyük iddialarımıza rağmen biz gerçekte Allah'tan gelecek en ufak lütuflara bile muhtaç zavallılardık. Ve önemli olan kendi yerimizi bilmemiz ve ona göre istikamet tutturmamız değil miydi?<br /><br /><span style="font-weight:bold;">Şu halde Kabil'in bağrını yakanlar kendi bağrını yaksa bile Habil gibi olmaya çalışanlara ne mutlu! <br /><br />Zira önemli olan salihlerin ardınca doğru bir istikamet tutturup o yolda düşe kalka da olsa son nefesi verip emanetini sahibine teslim edinceye kadar yürüme azmi göstermek değil miydi?</span><br /></span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-9030221815126200012009-09-21T22:05:00.002+03:002009-11-25T15:03:29.010+02:00Ölümle anlam bulan hayat!<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhFUutbsoajGIF6tWKrBYQ0fpTp7uRSsjNsywPkV9eo6PzxucYoTuKb_xkCsukTyQrgVKm0-CEsEG-9kEyBQxNst6nLQDWiDLiL4i36YD_T7MO7aI73bjSHicUbLXxR3Gqf6cAKWHjR-agP/s1600-h/tabut+ve+mezar.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 200px; height: 124px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhFUutbsoajGIF6tWKrBYQ0fpTp7uRSsjNsywPkV9eo6PzxucYoTuKb_xkCsukTyQrgVKm0-CEsEG-9kEyBQxNst6nLQDWiDLiL4i36YD_T7MO7aI73bjSHicUbLXxR3Gqf6cAKWHjR-agP/s200/tabut+ve+mezar.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5383999052879743170" /></a>Yaşadığımız hayatı anlamlı kılan şey hiç kuşkusuz ki nerede ve ne zaman bizi beklediğini bilmediğimiz ve çoğu kere unutmak için gerek somut gerekse soyut her türlü uyuşturucuyu benliğimize zerk ettiğimiz ve anıldığında “ağızların tadını kaçıran” fakat değerini bilenler için şeb-i aruz yani sevgiliyle buluşma anı olan ölümdür.<br /><br />Ölüm olmasaydı yaşamakta olduğumuz hayat bazen güldüğümüz bazen ağladığımız, bazen coştuğumuz bazen çöktüğümüz, bazen sevindiğimiz bazen kedere gömüldüğümüz, bazen hırstan gerildiğimiz bazen tamamen gevşediğimiz amaçsız bir koşturmacadan başka bir şey olmayacaktı. Yapanın yaptıkları yanına kalacaktı veya dünya bitmek bilmeyen bir boks maçı gibi sonsuz bir kavga ve intikam alanına dönüşecekti.<br /><span class="fullpost"><br />Oysa bu hayata son veren ölüm sayesinde insan hayatın değerini anlar ve anlamını kavramaya çalışma gereği duyar. Ve ancak ölümün hayatının yegane anlamlandırıcısı olduğunu idrak ederek hayatını dolu dolu yaşama imkanına kavuşur. Eninde sonunda terk edeceği dolayısıyla asla kendisine ait olmayacak bir dünya için didişip durmanın bir anlamı olmadığını, anlamlı olanın erdemli bir hayat sürmek olduğunu idrak eder, en azından etmelidir.<br /><br />Kum saatindeki her kum tanesinin düşüşüyle bitime yaklaşması gibi insan da geçen her an ile kaçınılmaz “o ana” yaklaşır durur. Dolayısıyla da yaptığı her şeyi “o ana” göre düzenlemesi yapacağı en akıllıca iştir. Bu sebepten dolayıdır ki insan yaşarken başkalarına “<span style="font-weight:bold;">bak ne oldum</span>” dememeli ama kendi kendine “<span style="font-weight:bold;">acaba ne olacağım</span>” diye sormasını bilmelidir. Ve düşünenler için yaşayan her canlı gibi ömür denen sürecin sonunda er ya da geç kişinin <span style="font-weight:bold;">toprak</span> olacağı aşikardır. <br /><br />Nasıl yaşarken “<span style="font-style:italic;">insan dünyayı yerse sonunda dünya kendisini bitirmeye çalışan insanı yer</span>” ve bitirir. Aslında bu haliyle hayat komedidir. Peki insan bu komediden kurtulmak için ve “<span style="font-weight:bold;">o an</span>” karşısında ne yapmalıdır? Ölümden kaçmalı mıdır yoksa nasıl olsa öleceğim deyip zamanı kendi belirleme kolaycılığı ve kendine verilen en değerli şey olan zamanı bitirme aymazlığı mı göstermelidir?<br /><br />Bilenler için ölüm ne kovalanacak ne de kaçılacak bir olgu olmayıp kendisi için bütün bir ömür hazırlık yapılması gereken bir buluşma anıdır. Bu durumda insan bu ana nasıl hazırlanır veya nasıl hazırlanmalıdır? Aslında insan hayatı yaşarken karşılaştığı her şeye karşı ortaya koyduğu tutumuyla bu ana hazırlanır. Ve sonunda muhakkak “<span style="font-style:italic;">kim zerre kadar iyilik yaparsa onu görecektir ve kim zerre kadar kötülük yaparsa onu görecektir</span>”. <br /><br />Evet kim zerre miktarı iyilik yaparsa ve o yaptığı iyilik yerin “<span style="font-style:italic;">derinliklerinde kaybolup gitmiş bile olsa</span>” muhakkak onun önüne getirilecek, yine yaptığı zerre miktarı kötülükte aynı şekilde “<span style="font-style:italic;">yerin derinliklerinde kaybolup gitmiş bile olsa</span>” muhakkak insanın önüne getirilecektir. Ve böylece herkes yaptıklarıyla eninde sonunda yüzleşecektir. Bu algılayış insana yapacağı faaliyetler sonucu oluşacak en küçük iyiliği de kötülüğü de küçümsememesi gerektiğini insana salık verir. Ve daima hassas ve dikkatli olması gerektiğini insana bildirir.<br /><br />Dolayısıyla insan hayat dediğimiz bu faaliyetler zincirini yaşarken karşılaştıkları karşısında bu bilinçle tavır takınmalı ve tercihlerini bu bilinçle yapmalıdır. Ve bu hakikat, gerçekte Adem'den Muhammed'e mesihi çizginin bütün temsilcilerinin getirdiği temel mesajdır. <br /><br />Onlar insanlara karmaşık teolojik tartışma konuları asla açmamış, kendi krallıklarını kurmak için siyasi iktidar mücadeleleri vermemiş, fantezi tutkunlarının yaptıkları gibi somut karşılığı olmayan hayaller sunmamış ama insanların hayatı net ve duru bir şekilde algılamasını sağlamak için açık ve net hatırlatmalar yapmışlardır. Ne insanlar kendilerini aslen bu hatırlatmaları yaptıkları için taşlarken sadeliklerinden taviz vermişler ve dini gerek siyasi gerek mistik fantaziler yığınına çevirmişler, nede Allah kendilerine imkan verip kendilerini toplumun lideri yaptığında krallar gibi protokoller üreterek mesajlarının ve yaşamlarının sadeliğini bozmuşlardır. <br /><br />Temel mesajları yukarıda da işaret edildiği üzere gayet açık ve nettir. Ve bu mesaj kısaca “<span style="font-weight:bold;">Ey 7 milyarda bir olduğu halde kendini eşsiz sanan insan yoktan yaratıldın yani yoktun, ve bir hayat yaşayacaksın ve sonunda kaçınılmaz olarak öleceksin ve sonra diriltileceksin ve sonunda kaçınılmaz olarak yaptığın en ufak iyilikten de kötülüktende sorulacaksın, bunu bil ve nasıl yaşayabiliyorsan öyle yaşa</span>” şeklinde özetlenebilir.<br /><br />Bu hatırlatma aslen bireyi muhattap alan çok bireysel bir mesaj olmakla birlikte sonuçları itibariyle bireyi toplumsallaşmaya iten çok önemli bir hatırlatmadır. Zira insan hayatını yaşarken yaptığı tercihlere karşı birey olarak hesap verecek olsa da hayatı örgülerken diğer insanları da dikkate almak zorundadır. Ve bu mesaj gereği insan hayatı yaşarken karşılaştığı kendine dönük olaylar karşısında gösterdiği abartılı tepkilerden de sorulacağı gibi başkalarının başlarına gelenler karşısında gösterdiği duyarsızlıklardan dolayı da sorulacaktır. Kendi ailesiyle ilgili tutumundan sorulacağı gibi yakın çevresindekiler başta olmak üzere başkalarınınkilere karşı tutumlarından da sorulacaktır. Zira her hak sahibine hakkının teslim edilmesi üzerinde hassasiyetle durulması gereken asli unsurdur. Ve bu hesap verme kabulü ister istemez insanların bireysel erdemi kuşanmalarını gerektirmektedir.<br /><br />Yine yukarıdan da anlaşılacağı üzere bireysel tavırlar sadece bireysel sonuçlar doğrumamakta buna karşı toplumsal sonuçlara da neden olmaktadır. Yani mesihlerin bireysel mesaj veriyor olmaları asla toplumsal bir hedefleri olmadığı anlamına gelmememektedir. Buna karşı sadece toplumsal mesaj verip bireysel erdemleri göz ardı eden “<span style="font-weight:bold;">-izm</span>” saplantılıları ve onların eski ve yeni taklitçilerinin bireysel erdeme gerekli önemi vermeyen veya erdemi sadece belli sloganlara sahip çıkmak zanneden kimselerle erdemli bir toplum ortaya koyama düşüncesi ancak ham hayal olabilir. <br /><br />Pek çoğumuz için bilinç altı düzeyinde yok oluş ile özdeşleşen ölüm gerçekte yeniden doğuş ve yaşamakta olduğumuz hayatın özünde taşıdığı ve hayatı anlamlı kılan yegane hakikattir. Ve bize düşen bu gerçeği hakkıyla idrak edip hayatımızı bu gerçek uyarınca şekillendirmektir.<br /><br /><span style="font-weight:bold;">Şu halde yaşamakta olduğu hayatını, ölümü asla unutmadan veya unutmaya çalışmadan yaşayarak bereketlendirenlere ne mutlu!</span><br /></span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-81995541954970098392009-08-20T01:08:00.001+03:002009-11-25T15:03:55.720+02:00Bu da Süleyman'ın hikayesi...<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjc_g6hTbLcr8eiaywUNy1F_ErELC5QxOoFz_mmWnTtN8b-yf68Z4GuG2mPN75oFhyiX30nTtXJOUyJfYwzoF4tp58JEseyAeCRjKLikPHr_hAFZsagaseHZlOuO23hDywgsiqahq02MZXh/s1600-h/%C3%A7.s.a..jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 200px; height: 128px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjc_g6hTbLcr8eiaywUNy1F_ErELC5QxOoFz_mmWnTtN8b-yf68Z4GuG2mPN75oFhyiX30nTtXJOUyJfYwzoF4tp58JEseyAeCRjKLikPHr_hAFZsagaseHZlOuO23hDywgsiqahq02MZXh/s200/%C3%A7.s.a..jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5371800587234888770" /></a>Bu hikaye aslında sadece süleymanın hikayesi değil, Salmanların, Caharların, Aslanların, Zelimhanların, Şamillerin yani Kafkas dağlarının gözü pek, başı dik, onurlu, yiğit insanlarının yani Çeçenlerin hikayesi.<br /><br />Kafkas insanlarının çoğunda olduğu üzere özgürlüklerine düşkün, boyunduruk kabul etmeyen, biraz kaba biraz hoyrat ama kendilerine saygı gösterildiğinde uyumlu, fedakar ve misafirperver insanlardır Çeçenler.<br /><span class="fullpost"><br />Bu insanlar kendilerine boyunduruk takmak isteyenlere karşı Timur'un önünde yaptıkları gibi bütün erkek ve kadınları kılıçtan geçirilene kadar direnmiş ve böylece dizleri üzerinde yaşamaktansa ayakta ölmeyi tercih edeceklerini gelmiş ve geçmiş tüm insanlığa ispat etmişlerdi. <br /><br />Osmanlı onlara temel olarak otonomi vererek karşılıklı iş birliği yapmış ve Petronun takipçilerine karşı onlardan destek almış ama gerilerken onları Petronun takipçileriyle yapayalnız karşı karşıya bırakmış ve onlar da kendilerine boyunduruk takmak isteyen Ruslara karşı bütün güçleriyle direnmişlerdi.<br /><br />Bu direniş Bolşeviklerin iktidarına kadar devam etmişti. Bolşevik devrimiyle daha önce Çardan kaçarken kendilerine sığınan ve Çara karşı himaye ettikleri Bolşeviklerin halkların kardeşçe yaşamaları vaatlerine inanmak istemişlerdi. Ve kendileriyle işbirliği içine girmişlerdi. <span style="font-weight:bold;">Fakat insanlar konuşurken hep başka şey söyler ama hep başka şeyleri murat ederlerdi</span>. Ve maalesef Bolşeviklerde bunun istisnası değillerdi.<br /><br />Onlara halkların kardeşçe, adaletle, eşit bir şekilde yaşayacaklarını vaat etmişlerdi. Ama iş uygulamaya gelince önceki Petronun takipçilerinin yaptığı gibi işi Rus hegemonyasına dönüştürmüşlerdi. Aslında toplumu yönetirken toplumsal bir gruba sırtını dayayıp onlara imtiyazlar verip diğerlerini parçalara ayırmak ve ezmek Firavundan bu yana uygulana gelen en kolay ve dolayısıyla pratik yönetim şekliydi. <br /><br />Değil miydi ki Musa 40 günlüğüne dağa çıktığında Musa'nın sözde destekçileri hemen eski gelenekleri ayağa kaldırmaya çalışmışlardı. <span style="font-weight:bold;">Oysa onlar o gelenek atında inim inim inlemiş ve o gelenekten kaçmışlardı</span>.<br /><br />Bolşeviklerin bu tavrı karşısında Çeçenler Bolşeviklere destek vermedi. Ve bunun karşılığını kudretli Stalin'in emri uyarınca 1945'de bir kış sabahı yük vagonlarına bindirilerek Sibirya ve Orta Asya'ya sürgün edilerek almışlardı. 1957'de geri döndüklerinde 750 bin olan nüfusları artık 450 bin civarıydı. <br /><br />Ve yerleri yurtları hep Ruslarca, Osetlerce isgal edilmiş, mezarları sökülmüş, onlara ait olanlar yok edilmişti. Ama Kafkasyanın bu mücaldeleci insanları yılmadılar önce işgal edenlerden yerlerini yurtlarını geri almışlardı. <br /><br />Yeniden ait oldukları topraklara dönmüşler ve adeta küllerinden yeniden doğmuşlardı. Süleyman'da bu geri dönüşten sonra bu topraklarda doğdu. Biraz haşarı bir çocuktu. Ve haşarılığı aslında onun keskin zekasından kaynaklanmaktaydı. <br /><br />Derken yıllar yılları kovaladı. Süleyman 20'li yaşlarındaydı ve Sovyetler'de artık Glastnost ve Prestroyka söylemleri yükselmeye başlamıştı. Zira her şeyin uzmanları tarafından yapılması gerektiği ve böylece her şeyin yolunda gideceği düşüncesinden kaynaklanan teknisyenler sisteminin, itici güç olan ve kapitalizmin de üzerinde yükseldiği “<span style="font-weight:bold;">girişimci ruh</span>” tahriki olmadan işlemesi mümkün değildi ve artık tıkanmıştı. <br /><br />Komünist parti bazı değişimler yaparak “<span style="font-style:italic;">kömür işçisine sabun</span>” temin etmenin yolunu bulmaya çalışıyordu. Zira yukarıda dendiği gibi sistem tıkanmıştı. Ve itici güç kalmayınca bilgi harekete neden olmuyordu. <br /><br />Aslında başta yapmaları gereken girişimci ruhu öldürmek değildi. Ama kapitalizm gibi onu tamamen kontrolsüzde bırakmak hiç değildi. Gereken sadece onu kontrol altında tutmaktı. Zira onu öldürmek ne kadar tehlikeliyse kontrolsüz bırakmakta o kadar tehlikeliydi.<br /><br />Bu değişim rüzgarı ilk Azerbaycanı vurdu. Azeriler anayasal haklarını kullanarak bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi ki karşılarında Kızıl Orduyu temsilen 12 tank ve bir miktar asker görmüşlerdi. Henüz Kızılordu efsanesi çok tazeydi. Ve ona karşı direnecek gücü kendilerinde görememişlerdi. Bu aslında çökmekte olanın bir refleksi son bir çırpınışıydı. Ama artık çok geçti. Zira bunun ardından bütün bağlı Cumhuriyetler bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Aslında bunda pek de sorun yoktu zira yeni Cumhurbaşkanlarının hepsi eski KGB ajanlarıydı.<br /><br />Bu süreç içinde kapitalist dünyadan da tonlarca dolar eski Sovyet Cumhuriyetlerine akmaktaydı. Zira hesap yapan bir tek Komünist Parti değildi. <span style="font-weight:bold;">Dünya değişiyordu ve herkes oradan daha fazlasını koparmaya çalışıyordu</span>. <br /><br />Bu paralardan Çeçenistan da payına düşeni fazlasıyla almıştı. Öyle ki Çeçenistan'da tüm Rusya'dan daha fazla lüks araba vardı. Ve Grozni'den dünyanın her yerine uçaklar kalkmaktaydı. Dışarıdan sadece para gelmiyordu içten içe Çeçenlerde zaten olan bağımsızlık fikirleri tahrik edildikçe ediliyordu. Aslında bu fikri asıl ateşleyenlerin Çeçenlerin bağımsızlıklarıyla pek ilgilendikleri yoktu. Onlar başka hesapların peşindeydi. Rusya'yı sıkıştırmak ve mümkünse bütün Kafkasya'yı değilse petrol zengini Güney Kafkasya'yı Rusya'dan koparmak istiyorlardı.<br /><br />Paralarla birlikte gazlarda arttı. Ki Çeçenler zaten bağımsızlıklarına düşkün insanlardı. Ve tarihleri kendilerine boyunduruk takmaya çalışanlarla son dönemde de özellikle Petronun takipçileriyle savaşmakla geçmişti.<br /><br />Lider sorununu da kendisine Estonya'da yönetime müdahale etmesi istenince karara direnen efsanevi general ve lider Cahar Dudayev ile aşmışlardı. Aslında talepleri haklı ve anayasal bir talepti. Zira cari anayasaya göre nüfusu bir milyonu geçen bağlı Cumhuriyetler kendi kaderlerini tayin hakkına sahipti.<br /><br />Cahar öncülüğünde Çeçenistan 1991 yılında referanduma gitti ve %90'ın üzerinde bağımsızlık kararı çıktı. Petronun takipçileri buna müsaade etmeyeceklerini ifade etmişlerdi. Buna karşı Cahar Ruslarla dost komşular olarak yaşamak istediklerini vurguladı. Ama Petronun takipçileri <span style="font-weight:bold;">dost komşu değil</span> eskiden olduğu gibi teba istiyorlardı. <br /><br />Bu arada Cahar'ın emriyle resimdeki sürgün anıtı ülkenin dört bir yanındaki sökülen mezar taşları toplanarak yapmış ve üzerine “<span style="font-weight:bold;">Ağlamayacağız, Sarsılmayacağız ve Unutmayacağız</span>” yazılmıştı.<br /><br />Evet ağlamayacaklardı zira acılar karşısında ağlamak insanı rahatlatırdı. Ve onun ders almasını ve hayatını ona göre yönlendirmesini engellerdi. Sarsılmayacaklardı zira insanlar tarih boyunca hep böyle vahşetler yapmışlardı ve sarsılmak yanında insanın cesaretini yok ederdi. Ve unutmayacaklardı zira insan unutursa unuttukları hep tekrar etmek zorunda kalırdı. Hep “<span style="font-style:italic;">aynı delikten ısırılırdı</span>”.<br /><br />Derken Petronun takipçileri Çeçenlerin tüm görüşme taleplerine rağmen 1994 yılı sonlarında Rus genel kurmay başkanı Başkanları Yeltsinden Çeçenlere boyun eğdirmek için bir hafta süre istedi başkan Yeltsin ona on gün verdi. <br /><br />Aslında onlar bu halleriyle içlerinden çıkan büyük bilge <span style="font-weight:bold;">Lev Nikolayeviç Tolstoy</span>'un değil güç sarhoşluğuna düşmüş Petronun yolunu yürüyorlardı. Halbuki Tolstoy onların yüz akıydı ve onlara erdemin yolunu gösteriyordu. Ama güç tutkusu onları çoktan sarhoş etmişti. Ve artık Çeçen topraklarındalardı. <br /><br />Bunun üzerine Cahar “<span style="font-weight:bold;">müslümanca yaşamanın imkanının olmadığı yerde müslümanca ölmenin elbet bir yolu vardır<span style="font-style:italic;"></span></span>” dedi ve direniş ateşini yaktı. <br /><br />Ve Petro'nun takipçileri 80 bin kişilik bir orduyla özgürlük talebini susturmaya girişti. Kendilerini karşılayansa sadece 1500 yiğitti. Ve Petro'nun takipçileri ancak 1 ay sonra ve yaklaşık 300 bin kişiyle Grozni kapılarına gelebilmişti. <br /><br />Ve Aralık ayının o soğuk günlerinde Rus ordusu Grozni kapılarındaydı. Karşılarında sadece 1500 yiğit vardı. Oysa Petro'nun takipçilerinin 1500'den fazla sadece tankları vardı. Rakam size çok mu abartılı geldi? Ama aynen öyleydi. Petro'nun takipçileri bu kadar askeri ve tankı görünce Çeçenlerin korkup kaçacaklarını zannetmişlerdi. <span style="font-weight:bold;">Oysa O yiğitler asla kaçmadı!</span><br /><br />Yiğitler önce saatlerce Petro'nun takipçilerini Grozni kapılarında durdurdu. Sonra mühimmatları azalınca şehre çekildi. Onların ardından Petro'nun takipçileri operasyon için geceyi beklemeye başladı. Gece olunca bütün seçkin Rus komandoları hani şu alfa timleri, deniz anfibi, hava indirme, özel timler ve daha niceleriyle Grozniye saldırmışlardı. <span style="font-weight:bold;">Niyetleri o gece bütün direnişi kırmak ve Çeçenistanı teslim almaktı.</span> Ama Çeçenler gelenlerin onlar olduğunu bilmiyorlardı ki özel bir karşılama yapsınlardı. Ve o gece boyunca Grozni noel ağacı gibi yandı.<br /><br />Sabah olduğunda darbe vurmaya gelenler çok ağır darbe yemişler ve Rusya 5000 üzerinde kayıp vermişti. Sadece o gece 300 tank ateşe atışmış konserve kutusu gibi yanmıştı. Elbette Çeçen yiğitler de bir çok şehit vermişlerdi. Ama o gece 300 bin kişilik özeliyle geneliyle Rus birlikleri Grozni'ye girememişlerdi. Girenleri de çıkamamıştı.<br /><br />Süleyman da Cahar gibi, Salman gibi, Aslan gibi, Hamzat gibi, Şamil gibi ve daha niceleri gibi o gecenin kahramanlarındandı. Henüz 20 li yaşlardaydı ama Rus Savunma Bakanı onun için “<span style="font-weight:bold;">Çeçen Canavar</span>” diyordu. Oysa O asla canavar değildi. O korksa bile korkusunun kendisini esir etmesine asla müsaade etmeyecek karakterde, sorumluluğunun bilincinde onurlu ve her zaman başı dik bir müslüman ve bir Çeçen Yiğidiydi.<br /><br />Yiğitler karşısında tutunamayanlar aynen kendilerinden önceki ve sonraki <span style="font-weight:bold;">VAHŞİLER</span> gibi kadın, çocuk, yaşlı sivilleri hedef almışlardı. Zira böyle yaparak yiğitleri savaşmaktan vazgeçirmek istemişlerdi. Oysa yiğitler teslim olurlarsa bütün ümidin yok olacağını çok iyi biliyorlardı. Ve bu sivil katliamının sonucu 1 milyonluk ülkede 200 bin sivil hayatını kaybedecekti.<br /><br />Çatışmalar 2 ay daha sürdü sonra Çeçenler taktik olarak Grozniyi geri dönmek üzere boşaltmıştı. Petro'nun takipçileri fark etmişti ki bütün saldırıları karşısında sarsılmadan duran Cahar durdukça Çeçen direnişini kırmaları mümkün değildi. Ama Cahar'a ulaşmakta hiç de kolay değildi. <br /><br />Derken Petronun takipçileri Cahar'a dost bildiklerinin eliyle dolaylı yollardan ulaşmışlardı. Aslında dostları ona kötülük olsun diye o telefonu ulaştırmamıştı. Belkide bu sayede çok daha kolay iletişim kursun istemişlerdi. Ama Cahar'ın yeri bununla tespit edildi ve kendisi şehit edildi. <br /><br />Bu Çeçenleri kızdırmış ve Rusları daha da zor durumda bırakmıştı. Derken Çeçenler Grozni'ye 3000 kişi ile yeniden girdi. Tutunamayacağını anlayanlar Grozniden çekildi ve Çeçenlerle anlaşma imzalamaya mecbur kaldı. <br /><br />Anlaşmaya göre Rusya Çeçenistan'a saldırmayacak ve 2000 yılında yapacağı referandum ile kendi kaderini kendi belirleyecekti. <br /><br />Gerçekte Petro'nun takipçilerinin referandumu yaptırmaya hiç niyetleri yoktu. Ve ateşkesi zaman kazanmak için fırsat bilmişlerdi. Ve bu süre içinde Çeçenler içindeki ayrımları derinleştirecek şekilde politikalar yürütmüşlerdi. Artık Cahar gibi bir toparlayıcı lider de yoktu ki Çeçenleri bu ayrışmalar ve bölünmeler karşısında bir arada tutsundu. <br /><br />Özellikle savaş sonrası kamp için dışardan gelen sözde mücahitler ve savaşta asla savaşmadıkları halde hava yapma ve başkalarına tahakküm etme derdinde olanlar da bu ayrışmalarda etkin olmuşlardı. Ve yeni Çeçen yönetimi de bunları kontrol altına alamamıştı. Artık zemin hazırdı. Her şeyden önce Çeçenler eskisi gibi birlik değildi. Ve her şeyden önce karizmatik liderleri Cahar da yoktu. <br /><br />2000 yılına yaklaşırken referandum öncesi Petro'nun takipçileri ne yapıp edip Çeçenistan'a müdahale etmeli ve ayrılmalarını engellemeliydi. İlk önce Moskova'nın mümtaz semtlerinde apartmanlar havaya uçurulmaya başlandı. Ve suç olaydan haberi olmayan Çeçenlere yıkıldı. Oysa daha sonra ortaya çıkacaktı ki bunları gizli servis Çeçenistan'a müdahaleye zemin hazırlamak ve Rusları Çeçenlere karşı kışkırtmak için yapmıştı. Ve zaten Çeçenler niçin böyle bir şey yapsındı zira bir adım sonrası onlar için zaten bağımsızlıktı. <br /><br />Çeçenler bu şuçlamaları reddetti. Ama Rusya durmadı. Dağıstan'da kargaşa çıkardı ve Çeçen Yiğitleri müdahaleye zorlamak için Dağıstanlı gruplara baskı yaptı onlarda ajitasyon ve demogojilerle Çeçenlerden yardım istiyorlardı. Demogoji ve ajitasyonlar öyle bir hal aldı ki bu demogojiden etkilenen tecrübesiz gençlerden müteşekkil bir grup yiğit kendilerini olaya müdahale etmekten alı koyamadı. Zaten Rusya'nın beklediği de bundan başkası değildi.<br /><br />Çeçen Devlet başkanının karşı bütün açıklamalarına rağmen tanklarıyla, uçaklarıyla, füzeleriyle <span style="font-weight:bold;">Vahşiler</span> yeniden Çeçenistan'daydı. Yeniden sivillerin üzerine ateş olup yağmışlardı. İkinci savaş esnasında da yaklaşık 100 bin sivil can verecekti.<br /><br />İşte Süleyman bu sırada Argun'daydı ve geçecek vahşileri bekliyordu. İlk önce saatlerce süren bombardımanın bitmesini beklemişlerdi. Bombardıman bitince karşılarında 100-150 bin kişilik Rus ordusunu bulmuşlardı. Biraz korkmuşlardı ama <span style="font-weight:bold;">korkularına asla teslim olmamışlardı</span>. Çekinmeden görevlerini yapmışlar, silahlarına sarılmışlar ve direnişi başlatmışlardı.<br /><br />Çatışmanın doruğa çıktığı bir andaydı. Karşıdan gelen bir roket Süleymanı sıyırdı. O dev bedeniyle Süleyman yere yığılmıştı. Çevresindekiler bir taraftan saldırıyı püskürtmeye çalışıyorlar diğer taraftanda Süleyman'a müdahale etmeye çalışıyorlardı.<br /><br />Derken bilinçsiz bir şekilde o dev bedeniyle ayağa kalktı ve düşmana karşı tüfeğinde kalanları boşaltmaya başladı. Bu arada yakınına düşen bir başka roket onu 3-4 metre uzağa savurmuştu. Ve artık gözünü açtığında Gürcistandaydı. <br /><br />Daha önce Ermeni doktorların Rusya ile işbirliği içinde Çeçen mücahitleri öldürdüğünü duymuştu. Bu yüzden yanındakilerden kendisini müslüman veya güvenilir bildiği Türkiye'ye götürmelerini istedi. Burada defalarca ameliyat oldu. Niyeti geri dönüp mücadeleye kaldığı yerden devam etmekti. Ama artık bu onun için hiçte mümkün değildi.<br /><br />Ama o kendini zafere ve vatanına geri dönmeye o kadar şartlamıştı ki burada kalmaya ve yerleşmeye hiç niyetlenmedi. Ve kendisine başta çokça gelen yardımlardan burada iş tutmak için hiç ayırmadı. Geleni diğerleriyle paylaştı. <br /><br />Ama zaman geçtikçe Çeçenistan'da durum daha da kötüleşiyor ve dönüş umutları azalıyordu. Zira devler anlaşmıştı. Herkes istediğini koparmıştı. Kimi Bakü-Cehyan boru hattını sonrada Nabucco'yu almıştı. Kimi Çeçenistanı ve tüm kuzey Kafkasyanın kontrolünü. Kimi Gürcistan ve Azerbaycanın kontrolünü ve gelirini almıştı. Artık bu mazlumların haliyle niye ilgilensinlerdi.<br /><br />Zaten onlar önceden verilen sözlerinde ne önemi olabilirdi. Bildiğiniz gibi ikiyüzlülerin temel felsefesi “dün dündü, bugün de bugündü”. İşler Süleyman için gün geçtikçe daha da zorlaştı. Yardımlar yavaş yavaş azalmaya başladı. Ama hala ayakta durabilecek kadar yardım yapılmaktaydı. <br /><br />Yardım yapanlar ise ya sadece yüreklerini rahatlatmak için ya da devlet öyle istedi diye yapıyorlardı. Yoksa Süleymanların durumu için ciddi bir çözüm üreten yoktu. Sadece geçici yardımlarla yetinilmekteydi. Çözüm üretilmemesi ister istemez çözümsüzlüğü getirirdi. <br /><br />Her ne kadar onlara sahip çıktıklarını iddia edenlerin ekonomik durumları gelişse de artık onlar eski onlar değildi. Gerçi eskiden de sadece reklamların ve küçük hesapların peşinden koşmuşlardı. Hep büyük laflar söylemişler ama ya hiçbir şey yapmamışlar yada çok küçük işler yapmışlardı. Hep yapamayacakları şeyleri söylemiş ve iş başa düştü mü arazi olmuşlardı. <br /><br />Oysa yapılması gereken ilk önce onlar hakkında karar vermek ve bu karar doğrultusunda projeler üretmekti. Bunlar geri dönecek miydi yoksa geri dönmeleri mümkün değil miydi? Döneceklerse nasıl döneceklerdi dönmeyeceklerse onların bu toplum ile uyum içinde yaşaması için ne yapılabilirdi? Oysa bu sorulara cevap aramaktan ne kadar uzaklardı. Çünkü çözüm bulmak asalet göstergesiydi. Oysa bu toplum için çözümsüzlük en büyük çözüm demekti.<br /><br />Peki Çeçenistan'a geri gitseler ne olacaktı? Niçin doğdukları, büyüdükleri ve korumak için en zorlu düşmanlarla mücadele ettikleri ve can verdikleri, kanlarını döktükleri topraklara geri dönemiyorlardı? <br /><br />Biliyorlardı ki vatan belledikleri o topraklara geri dönselerdi onlara rahat yüzü yoktu. Onlara eski defterler kapandı artık her şey bitti, bundan sonra kendi işinize bakın kimse demeyecekti. Ama onlara ya bizim katil sürümüze dahil olacaksınız ve istediğimize silah çekeceksiniz ta ki sizinle işimiz bitene kadar ya da hemen öleceksiniz diyeceklerdi. <br /><br />Ve sessiz sedasız pek çoğu ortadan kaldırılacaktı. Ya bir yol kenarında ya da ormanın derinliklerinde bir yerine atılacaklardı. Oysa bu sahip çıktığı iddiasındakilerin de artık pek umurunda değildi. Onlar istediklerini almışlardı ve artık onları taşımak istemiyor ve onların sorumluluklarını çekmek istemiyorlardı.<br /><br />Durum onlar için o kadar vahimdi ki pek çok kez “<span style="font-weight:bold;">artık benim için bugünden sonrası yok</span>” diyen Süleyman “<span style="font-weight:bold;">burada yaşamak orada yaşamaktan çok daha zor</span>” diyecek olmuştu. Zira hayat devam ediyordu ve hayatı devam ettirmek için ve ayakları üzerinde durmak için paraya ihtiyaçları vardı oysa para kazanacakları yollar hep tıkalıydı. Buna sahip çıktığı iddiasındakilerin duyarsılıkları da eklenince hayat iyice dayanılmaz bir hal almıştı. <br /><br />Zira hayat Süleyman için devam etmekteydi. Ve hayat zorluklarla dolu olarak yaratılmıştı. Ve insan için imtihan yüklüydü. Fakat imtihan sadece Süleyman için geçerli değildi ve sadece onun için devam etmiyordu. <br /><br />Kiminin nasibinde parayla imtihan vardı. Ve onu nasıl kullandığından sorulurdu. Kiminin nasibinde mevki ve makam vardı. Kiminin nasibine ise fakirlik düşerdi. Kimininkine ise hastalıklar. Her birimiz farklı şekillerde ama hep sözümüze sadakat gösterip göstermeyeceğimiz konusunda imtihan edilir dururduk. <br /><br />Hastaya sabır, mevki ve makam sahibine çözüm bulmak ve hizmet etmek düşerken zengine paylaşmak, fakire tahammül ve çaba göstermek düşerdi. <span style="font-weight:bold;">Önemli olan bunun idrakinde olmak ve kendi görevini yapmaktı!</span><br /><br /><span style="font-weight:bold;">Şu halde imtihanının idrakinde olan ve onun gereğini yerine getirenlere ne mutlu!</span><br /></span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com8tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-59226714945341736802009-07-29T23:03:00.002+03:002009-11-25T15:04:18.816+02:00Ey Huzur!<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi8AGpITmNaWcAGxLlJMuVmr2vq8Q5TG0oDiyh2zgj1ysT8he5QMBzZhO4n4Hcupl0-2xFvsKHIUs-JMZsi0ZJeTiCay0GgB7I7cWCiESLg-GZ-XRmoXWl_6q1KoxYdLI41cnbdudehMqGB/s1600-h/lav+deniz.png"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 200px; height: 150px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi8AGpITmNaWcAGxLlJMuVmr2vq8Q5TG0oDiyh2zgj1ysT8he5QMBzZhO4n4Hcupl0-2xFvsKHIUs-JMZsi0ZJeTiCay0GgB7I7cWCiESLg-GZ-XRmoXWl_6q1KoxYdLI41cnbdudehMqGB/s200/lav+deniz.png" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5363976000353265410" /></a>İnsan dediğimiz ve çevresiyle kayıtlı olduğu halde gönlü sürekli yükseklerde gezen varlık için en zor şey kendi gerçeğini gerçek anlamda kabul etmektir. Bu sebeptendir ki sürekli olarak kendisiyle ve çevresiyle çatışır durur. Bu çatışmalar da onun üzerinde ağır gerilimler yükler. Bu gerilimlerin insan yaşamındaki yansıması huzursuzluk olup insan ömrü boyunca bu huzursuzluktan kurtulmak için çabalar durur. <br /><br />İnsan bu huzursuzluktan kurtulmanın yolunu çoğunlukla mal toplayarak ve böylece güç kazanarak bulacağını düşünür oysa toplanan mal ve elde edilen güç insana aynen uyuşturucuda olduğu gibi anlık bir rahatlama verseler de daha sonra katlanarak bu huzursuzluğu arttırırlar. Daha ve daha'nın bir sonu yoktur ve insanın “<span style="font-style:italic;">aç gözünü ancak bir avuç toprak doyurur</span>”.<br /><span class="fullpost"><br />Fakat insan bu huzursuzluktan kurtulmanın yolunu sadece mal toplayıp ve güç kazanarak aramaz bazen insan ibadet denilen ritüelleri abartılı bir hale sokarak da bu huzursuzluktan kaçmaya ve kurtulmaya çalışır. Fakat bu da diğerinden farklı değildir insan yüklendikçe dahasını ister ve elbet insanında bir kapasitesi vardır. Ve aşırı yüklenmenin sonuçları ya tamamen bırakmak ya da kontrolden çıkmaktır. Herhalde de bu yüzden “<span style="font-style:italic;">Allah ibadetin azda olsa devamlı olanını sever</span>” denmiştir.<br /><br />Elbette insanın bu huzursuzluktan kaçışı sadece bunlarla da sınırlı değildir ve içinde abartı sezdiğiniz ve asla uzun soluklu olmayan veya içinde dürüstlüğü barındırmayan her şey aslında bu huzursuzluktan kaçışı ifade eder. Kimi çok çalışarak içinde esen fırtınalara karşı kendini duyarsızlaştırmaya çalışır, kimisi çok ibadet ederek, kimisi de çok gülerek... Ama eninde sonunda dönüp dolaşıp onunla yüzleşmekten başka bir çare bulamaz. Ve sonunda kimi inleyerek, kimi huzura ererek bu dünyadaki son nefesini verir ve kendi gerçeğiyle yüzleşir.<br /><br />Peki insan içindeki bu fırtınaları nasıl dindirebilir? Ve nasıl huzura erebilir?<br /><br />Bu soruların cevabı aslında bu fırtınaların sebebinde saklıdır. Fırtınaların asli sebebi insanın kendi gerçeği olan sınırlılığı kabul etmek istememesidir. Evet insan yaşamak için yemek dediğimiz enerji ve mineral paketlerine, vücudumuzun %70'ini oluşturan su dediğimiz kimyasala ve soluk alıp vermeye ihtiyaç duyacak kadar sınırlıdır. Bunlar olmadan yaşaması asla da mümkün değildir. Ve bunlara bağımlılığı o kadar güçlüdür ki mesela normal bir insan 5 dakika hava alamazsa yaşama şansına bile sahip değildir.<br /><br />Oysa insan sanki hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi yaşamak ister. Burnundan kıl aldırmamak ve böylece kendisinin diğerlerinden üstün olduğu izlenimi vermek ister. Ve bu arzu insanın içindeki fırtınanın asli sebebi ve aşması gereken en büyük engelidir.<br /><br />Yine insan asla elindekiyle yetinmesini bilmez ve kendisine gökten “<span style="font-style:italic;">bıldırcın eti ve kudret helvası</span>” gönderilse “<span style="font-style:italic;">yerin sarımsağından, soğanından,</span> vs.” ister. Ve insan daima uyumu değil çatışmayı gözler. Sonrada içindeki fırtınaların dinmesini bekler. Kendisine nimet verildikten sonra gider fanteziler peşinde koşar ve kendini kandırma yolunu tutar. Zira insan kendini kandırmayı pek sever. <br /><br />Aslında kendi gerçeğini kabullenir ve ona göre tedbirler alırsa normalde yapamadığı pek çok şeyi de yapabilir. Mesela maddi bağımlılığı olan havayı tüplere yerleştirerek denizin dibine inebilir. Orada saatlerce hatta günlerce kalabilir. Oysa bu eksikliğini görmezden gelerek denize dalmaya çalışırsa en fazla 3 dakika içinde nefes nefese kalarak kendini denizin üzerine fırlatacaktır.<br /><br />Bunun gibi kendimizi tanıyarak ve kendi eksikliklerimizi bilerek ve ona göre tedbirler alarak da normalde yapamadığımız pek çok şeyi yapabilir ulaşamadığımız pek çok şeye ulaşabiliriz ve hepsinden önemlisi kalbimizde esen fırtınaları dindirebiliriz.<br /><br />Ama öncelikle kendimizin sınırlı olduğunu bilmeli ve kendimizden olmayacak şeyler beklememeliyiz. Ve bilmeliyiz ki değişim daha doğrusu gelişim bir anda topyekun olan bir şey olmayıp son nefese kadar devam eden bir süreçtir. <br /><br />Ve nasıl küçük bir kıvılcım çok büyük yangınlara neden olabilirse içimizdeki fırtınaları dindirip bizi erdemli kılacak şeylerde her şeyden önce bakış açımızı değiştirmemizle başlar. Zira “<span style="font-style:italic;">insan nasıl bakarsa öyle görür, nasıl görürse öyle yaşar, nasıl yaşarsa öyle ölür ve nasıl ölürse öyle diriltilir</span>”. <br /><br />Bu bağlamda insan hayatı kavrayışını yeniden şekillendirmeli ve kendimize çeki düzen vermelidir. Bunun içinde kendini iyi tanımalı, çevresini bilmeli ve uyum sağlamanın pratik yollarını aramalıdır. <br /><br />Mesela çoğumuz gibi sabırsız biriyse, kendini sabırlı kılacak şekilde donatmalı, öfkeliyse öfkesini yatıştırmanın yollarını aramalı. Açgözlüyse kanaatkar kılacak yöntemleri araştırmalı elindekiyle yetinmesini bilmelidir. Kıskançsa bilmeli ki diğerlerine verilen şeyler nasıl diğerlerini özel kılan şeylerse kendisine verilen şeylerde kendisini özel kılan şeyler olup mutlaka onlara sahip olmayanlarda onu arzu etmektedir, zira insan kendi elindekine pek az bakar gözü hep ötekinin elindedir. <br /><br />Gösteriş düşkünüyse bu huyunun üzerindeki etkisini azaltmaya çalışmalıdır. Ve bütün bu duyguların anası olan bencillikten kurtulmalıdır. Böylece içini yeyip bitiren ve fırtınalara sebep olan etmenleri hafifletmeli ve mümkünse yok etmeli ve çatışma değil uyumu gözetmeli ve öncellemelidir. <br /><br />Muhakkak ki yaşadıklarımız bizim kendimizi şartlandırmamızın sonucu olup hiç birimiz için kader değildi. Zira Rehber bildiğimiz bütün algıların ötesinde kendisine uzanan can düşmanlarının elini bile “<span style="font-weight:bold;">Hudeybiye'de</span>” geri çevirmemiş ve böylece asıl amacının onları yok etmek değil ama <span style="font-weight:bold;">kendi yaşama alanına saygı duyulması</span> olduğunu ispat etmişti. Zaten O'nun hayat kavrayışı çatışmayı doğuran "<span style="font-weight:bold;">şirk</span>" değil uyumu gerektiren "<span style="font-weight:bold;">tevhid</span>" üzerine kurulmuştu. Onun diğerleriyle çatışmasıda diğerlerinin ona yaşama hakkı tanımamasından kaynaklanmış bu hakkı elde edince de çatışmayı sonlandırmıştı.<br /><br /><span style="font-weight:bold;">Şu halde kendileri <span style="font-style:italic;">Rablerinden gelen her şeye razı olan ve böylece onu Razı edip huzura eren ve O'nun kulları arasına girip bu dünyasını da ahiretini de cennete</span> çevirenlere ne mutlu!</span><br /></span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-49090554753562439272009-07-10T17:00:00.001+03:002009-11-25T15:04:45.160+02:00Suyun getirdiğinin hatırlattıkları ...<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiJewzvtMIywrMcmDG7sTN1fpAlHE8YFAlB7f95Qy5GXUTmkpLFXOd0-t_o02sqmD3rBMs5YcQWTtHjKEZ1SGX9L3_ZyLPYzEBBKad2X-6lGojxCSJsyCzDqx2Mhl3bmLOhvcEb4IIic6Hk/s1600-h/Adam.png"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 200px; height: 150px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiJewzvtMIywrMcmDG7sTN1fpAlHE8YFAlB7f95Qy5GXUTmkpLFXOd0-t_o02sqmD3rBMs5YcQWTtHjKEZ1SGX9L3_ZyLPYzEBBKad2X-6lGojxCSJsyCzDqx2Mhl3bmLOhvcEb4IIic6Hk/s200/Adam.png" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5356833152149283090" /></a>Bilirsin İsrail'in çocukları Yusuf ile Mısır'a gelmişlerdi. Ve o dönem o toprakları Krallar hanedanı boydan boya yönetmekteydi. İsrail'in çocukları kardeşleri Yusuf'un o toplumun gönlündeki yerinin etkisiyle de Mısır'a ve onun üst düzey yönetimine çok çabuk yerleşmişlerdi. Ve bu hal 100-200 yüzyıl devam etti. Daha sonra gerek İsrail'in oğullarının yönetimindeki yozlaşmalar sebebiyle gerek böyle bir fırsatı kollayanların çabalarıyla Krallar hanedanı yıkılmış ve yerine Firavunlar hanedanı hüküm sürmeye başlamıştı.<br /><span class="fullpost"><br />Firavunlar hanedanı ilk önce toplumdaki yapıyı allak bullak etti. Ve eski yöneticileri aşağılayarak ayak takımına çevirdi ve artık kendi elitleri vardı ve onlarla iş tutuyorlardı. Zamanla toplumdaki sınıflaşmayı derinleştirmişlerdi. Ve kimilerinin seçkin olarak yaratıldıkları kimilerininse köle olarak yaratıldıkları anlayışını topluma yaymışlardı. Oysa Adem'in çocukları bir elin parmakları gibiydi. Hiç birinin diğeri üzeride üstünlüğü yoktu. Farklılıkları onların zenginlikleriydi ve birbirlerini tamamlasınlar bir arada hep beraber hayat tesis etsinler diyeydi.<br /><br />Firavun ve ekibiyse bunu görmezden geldi. Ve kendilerinin üstün yaratılışa sahip olduklarını ve yerin ve göğün Rabbi katında diğerlerinden üstün oldukları için iktidara sahip olduklarını söylemişlerdi. Ve bunu Allah tarafından sevilmeyenlen sefihlerin düşük bir yaratılışa sahip olduklarını ve kendilerine hizmet etsinler diye yaratıldıkları ve bu sebepten dolayı kendilerine kölelik etmeleri gerektiği iddiasıyla desteklemişlerdi.<br /><br />İsrail'in çocukları dışardan gelmelerinin de etkisiyle toplumdaki en alt tabaka halini almışlardı ve toplumsal piramidin altında ezilmektelerdi. <br /><br />Kandırmaca böyle devam edip dururken Allah Firavuna bir rüya gösterdi. Rüyayı yorumlayan o dönemin alimleri Firavuna “<span style="font-style:italic;">İsrailoğullarından bir çocuk çıkacak ve saltanatına son verecek</span>” demişlerdi. Oysa alimler bilememişti zira hiçbir rüya kader değildi fakat insanın kimliğine ve geleceğine dönük uyarıydı. Bu yüzden Tevratta “<span style="font-style:italic;">yorumlanmamış rüya okunmamış mektup gibidir</span>” denmişti. Ama belkide alimler Firavundan korktukları için bunu açıkça ifade edememişlerdi.<br /><br />Ve bu rüya ile Firavuna bu sınıfçı ve zalimce anlayış ile devam edersen en aşağı gördüklerinden bir çocuk çıkarırız da onun eliyle senin düzenine son veririz denmek istenmişti. Dolayısıyla kendisine çeki düzen vermesi ve ayağını denk alması ifade edilmişti. Oysa alimlerin bu yanlış yorumu ve Firavunun yorumlanan kaderi önlemek için İsrail'in oğullarının çocuklarını öldürmeye kalkması artık bu uyarıyı onun kaderi yapmıştı.<br /><br />Firavunun adamları her yerde İsrail'in oğullarının yeni doğan erkek çocuklarını araştırır ve öldürürken onlardan birinin annesine Allah “<span style="font-style:italic;">çocuğu nehre bırak biz onu sana geri döndüreceğiz</span>” diye vahyetti. Çocuk sepetin içinde nehirde süzülürken annesi kamışların arasından onu izledi. Ve gördü ki çocuk doğrudan Firavunun hanımı Asiye'nin bulunduğu yere gitti. İçini bir korku kapladı zira o çocuğu onlardan korumak için böyle yapmıştı. Ama çocuk kaçırdıklarının kucağına düşmüştü. <br /><br />Asiye durumu anladı ve çocuğa “<span style="font-style:italic;">suyun getirdiği</span>” yani “<span style="font-weight:bold;">Musa</span>” adını verdi. Ve Firavuna kendi çocuğu olarak tanıttı. Firavun onu kabul edince artık Musa bir prens olarak yetiştirilmeye başlandı. Firavunun ve adamlarının her yerde aradığı artık burunlarının dibindeydi ve hatta onların himayesindeydi ama O göstermese kimse bir şey göremez, O dilemedikçe kimse bir şey dileyemezdi. Önce O'na bir süt anne bulmak lazımdı fakat çocuk hiçbir süt annenin sütünü emmiyordu. Derken çocuk için süt anne aradığı ilan edildi ve Musa annesine kavuştu. <br /><br />Daha sonra Musa bir prens olarak yetiştirildi. O diğer kardeşiyle (üvey) birlikte saltanatın adayıydı. Diğeri daha ağır kanlı iken Musa tez canlıydı ve bu tez canlılığı ileride onun başına iş açacaktı.<br /><br />Musa artık yetişkin biriydi ki kavga eden bir köle ve bir ustabaşı gördü. Köle statüsü gereği o toplumda haklı görülemezdi ama Musa ezilenlere karşı daima içinde bir yakınlık hissetmişti. Musa daha olayı dinleyip anlamadan tam ustabaşı köleye kırbaçla vuracakken ustabaşına “niye vuruyorsun adama” deyip bir yumruk attı. Ve ustabaşı bu yumruğun etkisiyle oracıkta öldü. Musa korktu ve şaşırdı. Zira amacı adamı öldürmek değil köleyi ezmesini engellemekti. Sonra oradan uzaklaştı. Ertesi gün aynı köleyi bir başkasıyla daha kavga ederken gördü ve köle onu görünce yardım istedi “<span style="font-style:italic;">oda sen azgınlardansın diyerek</span>” onun üstüne yürüdü. Köle onun kendisine de vuracağını anlayınca “<span style="font-style:italic;">dün adamı öldürdüğün gibi bugünde beni mi öldüreceksin</span>” dedi. Musa o yaygaracıyı bıraktı ve oradan uzaklaştı.<br /><br />Ama artık Musa anlamıştı ki insanın haklı olabilmek için “<span style="font-weight:bold;">mazlum</span>” görünmekten çok daha fazlasına sahip olması gerekirdi. Ve mazlum görünmesi bir insanın zalim olmayacağı anlamına gelmezdi. Ve yapması gereken haklı haksız iyice belleyip öyle hareket etmekti. Zira görüntü bazen ve hatta çoğu kere aldatıcı olabilirdi.<br /><br />Ustabaşını öldürdüğü haberi saraya ulaşmıştı ve ileri gelenler prense ne yapacaklarını tartışırlarken ötelerden biri geldi ve Musa'ya “<span style="font-style:italic;">kaç buralardan</span>” dedi. Ve Musa kaçtı. Nereye gideceğini bilmiyor sadece kaçıyordu. Derken kader onu Medyen'e getirdi. Medyen'de bir çeşme başında koyunlarını sulayan çobanlar ve çobanlar onları rahatsız ettiği için kendi koyunlarını sulayamayıp onların gitmesini bekleyen kızları gördü ve kızlara yardım etti. <br /><br />Kızların babası Şuayb Musa'yı görünce onu tanıdı ve bu merhametli, iyi eğitim görmüş gence yardım etmek istedi. Aslında Musa amaçsızca kaçarken terbiyesini tamamlayacağı yeri bulmuştu. Zira insan bulamazdı ama insana özünde taşıdığı hürmetine buldurulurdu. Ve Şuayb onu alıkoymak için 10 yıl çobanlık etmesine karşılık kızlarından biriyle evlenmesi karşılığı orada alıkoydu. Zaten Musa'nın gideceği başka bir yer de yoktu hani. Musa 10 yıl Şuayb'ın terbiyesinde kaldı. <br /><br />Bir ara Şuayb Musa'nın karar vermedeki tez canlılığı iyice kaybolsun istedi. Ve bildiklerinin ötesinde şeylerin olabileceği kendisine belli olsun diye bir yoldaşla birlikte O'nu "kendisine ilim verilmiş" bir zatı bulmaya gönderdi. Onu kendilerine dendiği şekilde iki suyun birleştiği yere geri döndüklerinde bulmuşlardı. Tek şartı vardı O söylemedikçe Musa soru sormayacaktı. Fakat ne "<span style="font-style:italic;">kendilerine iyi davranan kaptanların gemisine zarar vermesi</span>", ne "<span style="font-style:italic;">masum bir çocuğu öldürmesi</span>" nede "<span style="font-style:italic;">kendilerine kötü davrananların bulunduğu</span>" yerdeki yıkık duvarı tamir etmesi onun için kabul edilebilir değildi. Ama itirazları sonunda yolları ayrılırken aldığı cevap ona yetmişti.<br /><br />Ve artık vakti gelince Mısır'a dönmek için karısıyla birlikte oradan ayrıldı. Tur-u Sina civarında bir gece aşırı bir soğuk bastırmışken karısı ona bize ısınacak bir şeyler bul deyince etrafına bakındı ve bir ışık gördü. Karısına “<span style="font-style:italic;">oradan biraz ateş alır gelirim hem haber de sorarım</span>” deyip ışığa doğru yöneldi. <br /><br />Bu Musa'nın hakikatle buluşma anıydı oysa Musa bundan habersizdi. Vadiye girdiğinde ayakkabısını çıkarması istendi. Sonra yerin ve göğün rabbi ona kendini tanıttı. Ve “<span style="font-style:italic;">git firavuna ona yumuşak söz söyle ve beni hatırlat ve İsrail'in oğullarını seninle göndermesini iste</span>” dedi. Musa şaşırmıştı zira O Firavundan kaçmıştı ama Ondan onun karşısına çıkması istenmekteydi. O'da yerin ve göklerin rabbinden yardım istedi. Ejderhaya dönen asa ve koynundan çıkardığında ışıl ışıl parıldayan sağ eli ona işaret olarak verildi. Ve kardeşi Harun ile kendisini desteklemesini niyaz etti. Zira O sarayda yetiştiği için İsrail'in oğullarının konuştukları dili çok iyi konuşamıyordu.<br /><br />Derken Musa aldığı emir doğrultusunda Mısır'a gidip kardeşi Harun ile buluştu toplumuna kendini tanıtıp insanları eğitmeye koyuldu. Belli bir zaman sonra sıra saraya gidip Firavunla konuşmaya gelmişti. Bunu nasıl yapacaktı zira o toplumda Firavunla sıradan Mısırlılar bile görüşemez ancak seçkinler görüşebilirdi ki nerede kaldı bir köle temsilcisi onunla görüşebilsindi. <br /><br />Ama on küsür yılda çok şey değişmişti baba Firavun ölmüş yerine onun da yokluğundan istifade üvey kardeşi geçmişti zaten ustabaşının ölümünden sonra O'nun tahta geçmesi de pek mümkün değildi. Derken o prens kimliğini kullandı ve Firavunun karşısına geçti. <br /><br />Onu özünde İdris'ten ve Yusuf'tan kalmış bazı güzellikler olsa da cahillerce kördüğüme döndürülmüş idraki terk etmeye ve İsral'in çocuklarının kendisiyle gelmesine izin vermeye davet etti. Firavun söylediklerine tanrısal bir işaret istedi onda sağ elini koynuna sokup çıkardı eli etrafa ışık saçmaya başlamıştı derken asayı yere bıraktı ve dev bir ejderhaya dönen asa önüne geleni yutmaya başladı. <br /><br />Firavun sen bir sihirbaz olmuşsun benim çağıracağım usta sihirbazlarıda yenebilirsen dediklerin kabul dedi. Ve milletin toplandığı bayram günü kuşluk vaktinde karşılaşmak üzere karşılıklı anlaşıldı. O gün için Firavun bütün ileri gelen sihirbazları topladı ve onlara eğer kazanırlarsa kendisinin en yakını olacaklarını ve kendilerini servete boğacağını vadetti. <br /><br />Sihirbazlar Firavundan aldıkları müjdeyle sevinerek herkesin toplandığı bayram günü kuşluk vakti Musa'nın karşısına çıkmışlardı. Musa onların yapabilecekleri her şeyi yapmalarını istedi ve onların yaptıklarıyla kendisi bile dehşete düştü. Derken Allah Musa'ya “<span style="font-style:italic;">asanı yere at</span>” diye vahyetti. Asa yere atılınca dev bir ejderhaya döndü ve önüne geleni yalayıp yuttu. Şimdi şok olma sırası sihirbazlardaydı zira onlar anlamıştı ki Musa'nın yaptığı sihir değildi. Musa ortaya hakikati koymuştu ve hakikat bütün sahtekarlıkları yok etmişti. Hemen Musa'yı tasdik ederek secde ettiler. Sihirbazların bu halini gören Firavun çıldırmıştı onları Musa'yı tasdikten dönmezlerse öldürmekle tehdit etti. Fakat onlar asla vazgeçmedi. Bu halleriyle sihirbazlar gerçekte çok dürüst kimselerdi zira niceleri vardı ki hakikati görür sonra<span style="font-weight:bold;"> hırsları, kinleri, kıskançlıkları, öfkeleri</span> sebebiyle ondan yüz çevirirlerdi ama onlar asla yüz çevirmemişlerdi.<br /><br />Bundan sonra Musa'nın Firavunla mücadelesi yıllarca devam etti. Musa Firavunu her seferinde o yozlaşmış idraki terk edip hakikate tabi olmaya ve İsrail'in çocuklarının kendisiyle gitmesine izin vermeye çağırdı oysa her seferinde onu reddetti. Derken Firavun saltanatı tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan ile sarsıldı. Fakat bunların Firavun ve adamlarının inadını kırmada hiçbir faydası olmadı. <br /><br />Firavun İsrail'in çocuklarının kökünü kazımak için ordu toplarken Allah Musa'ya İsrail'in çocuklarıyla orayı terk etmesini vahyetti. Bir sabah Musa ve İsrail'in çocukları şehirden kaçmaya başladı artlarından Firavun ordusuyla takibe başladı. Onlar kaçtı Firavunun ordusu onları kovaladı. Derken Firavunun ordusu denizin kenarında İsrail'in çocuklarını yakalamıştı ve İsrail'in çocukları Musa'ya şimdi ne yapacağız diyecek olmuşlardı ki Musa'nın “Allah bizimle” sözü üzerine Allah “<span style="font-style:italic;">asanı denize vur</span>” diye Musa'ya vahyetti. Deniz yarıldı. Her bir parçası bir dağ silsilesi gibiydi. Ve İsrail'in çocukları oradan geçerek karşı kıyıya ulaştı. <br /><br />Muhakkak ki bu yarılma ne ağır ağır ilerleyen ve sığ denizlerde 2-3 metreyi bulmayan gel gitlerdendi nede insanların için de değil yürümek yaşayamayacakları şiddetli bir rüzgar etkisiyledi. Bu kalplerini hırsın, kinin, kıskançlığın kavurduklarının boyun eğmekten kaçtıkları hakikate denizin teslim olmasıydı. <br /><br />Hırslarının gözlerini kör ettiği, kalplerini duyarsızlaştırdığı Firavun ve ordusu da bir sürelik şaşkınlıktan sonra peşlerinden gitmişlerdi. Ama İsrail'in çocukları karşı kıyıya çıktıklarında artık deniz kapanmaya başlamıştı. Firavun boğulacağı anda Allah'a iman ettiğini ilan etti. Ona “<span style="font-style:italic;">şimdi mi inandın daha önce inkar etmiş ve başkaldırmıştın</span>” dendi.<br /><br />Bilemiyorum kardeşi bildiğinin inadı ve gözünü kör eden hırsı sonucu olşan bu manzara karşısında Musa sevimiş miydi yoksa içinde ona karşı bir keder mi oluşmuştu?<br /><br />Ama artık Musa'nın mücadele edeceği yegane insanlar ötekiler değil onunla birlikte olduğunu iddia edenler ve onların fantazileriydi. İsrail'in çocukları Tur-i Sina'ya geldiklerinde Allah Musa'yı 40 günlüğüne Tuva vadisine çağırmıştı. Tezekkür, tefekkür ve tedebbür ile geçen 40 gün sonunda Musa'ya 10 temel emrin yazıldığı taş tabletler verildi. Ve Musa onlarla kavmine geri döndü. <br /><br />Döndüğünde kavminin altından bir buzağı heykeli yaptıklarını ve ona tazimde bulunduklarını gördü. Öfkeden çıldırmıştı ki Harun'un saç ve sakallarını çekerek ona vurmaya başladı. Harun da buna sırf İsrail'in çocukları birbirlerini kırıyor denmesin diye ses çıkarmadığını ifade etti. <br /><br />Aslında Musa'yı kızdıran onların salt buzağı heykeli yapmaları değildi onu asıl kızdıran bunca eğitim ve mücadeleden ve mucizeden sonra insanların hala yapmacık olana, sahte unvanlara ve şeylere meyletmeleriydi. Ve terk ettikleri hatta kaçtıkları toplumların fantezilerine öykünmeleriydi. <br /><br />Zaten her şey bir fantezi olarak başlar sonra bütün bir hayatı kuşatırdı. Bunun sebeplerinden biride hakikatin gerçekte çok yalın ve sade olması olabilirdi. Zira bu yalınlığı ve sadeliğiyle hakikat insana kendini kandırma alanı vermez aksine sorumluluk yüklerdi. <br /><br />Oysa sorumluluk insanın ömrü boyunca en çok kaçtığı şeydi. İnsan ömrü boyunca “<span style="font-style:italic;">yakınındaki bir yetimi</span>” gözetme, veya “<span style="font-style:italic;">toza bulanmış bir yoksulu</span>” doyurma veya Allah'ın var olduğunu bütün benliğiyle hissedip övgüye layık işler yapma ve “<span style="font-style:italic;">bir birine hakkı, sabrı ve merhameti tavsiye etme</span>” sorumluluğundan kaçardı. <br /><br />İnsanı cezbeden şey daima kendine sorumluluk yüklemeyen fantezilere dalmak ve hayal aleminde yaşamaktı. Ve aslında insan küçüklüğünden itibaren hep evcilik oynar ve “<span style="font-weight:bold;">-mış gibi</span>” yaşardı. Kendi sıkışınca hep yardım edecek birilerini arar ama kendi düze çıktımı ilk olarak daha önce kendine el uzatıp yardım edenlere karşı büyüklük taslardı. İsrail'in çocukları da bu bakımdan diğerlerinden hiç farklı değildi. Ve bunu buzağıyla ispat etmişlerdi.<br /><br />Derken Allah onları bir memlekete yönlendirdiğinde Allah'ın kendilerine Firavun zamanında yardım ettiğini unutmuş gibi Musa'ya “<span style="font-style:italic;">sen ve Rabbin gidin savaşın</span>” demişlerdi. Ve böylece çölde yaşamakla cezalandırılmışlardı. <br /><br />Evet insan aynen böyleydi kendisine ne kadar nimet verilmiş olursa olsun, ne kadar ikramda bulunulursa bulunulsun, iş başa düştüğünde ve sorumluluk kendisine yüklenince hemen kaçardı. Madem böyle bir sorumluluğu üstlenemeyeceklerdi Allah da onları çöle hapsetti. Ama hiçbir günahkardan rahmetini esirgemediği gibi onlardan da esirgemedi. Ve onları çölün ortasında düşmanlarından korudu ve onları istedikleri kadar “<span style="font-style:italic;">su</span>”, “<span style="font-style:italic;">bıldırcın eti</span>” ve “<span style="font-style:italic;">kudret helvasıyla</span>” nimetlendirdi. <br /><br />Bunlar başkaları için çok kıymetliydi ama İsrail'in çocukları da aynen diğer insanlar gibi hiçbir zaman sahip olduğuna bakmazlardı. Zira insan zannederdi ki onu mutlu edecek olan hep başkalarının elindekiydi. Oysa insanı mutluluğa erdiren elindekiyle yetinmesini ve onu diğerleriyle paylaşmasını bilmesiydi. İnsan ancak bul yolla mutluluğa erebilir ve bu yolla huzura erişe bilirdi. Zira huzura ermenin ilk şartı Rabbinden gelen her şeyden razı olabilmekti ve Rab de ancak o kimselerden razı olacaktı. <br /><br />Oysaki insan bundan ne kadar uzaktı. O asla burnunun dibindekilere bakmaz ama “<span style="font-style:italic;">gönlü hep yüksekte gezer dem be dem yoldan azardı</span>”. Bu yüzden hep ulaşamayacağı ufukları kovalamayı hayal eder ve hayalleriyle kendini kandırırdı.<br /><br />Derken vakit Tih çölünü terk etme vaktiydi ama Musa'nın artık bu dünyada kalacak vakti kalmamıştı. Ve o kendinden öncekiler ve sonrakilerin yaptığını yaptı ve Rabbi katında olanı bu dünyanın saltanatına tercih etti. Bu biz saltanat sevdalıları için bir ibretti. Ama biz neredeydik ibret neredeydi. <br /><br />İsrail'in çocuklarının başına gelenler aslında hepimizin başına geldi. Ve onların hataları aslında bizim hatalarımızdı. Zira bizim birbirimizde pek farkımız yoktu. Bunlar bize eğlence olsun diye değil hep ibret alıp kendimize çeki düzen verelim için anlatıldı. <br /><span style="font-weight:bold;"><br />Şu halde geçmişi övmek ve sövmek için okumayıp ders alanlara ne mutlu!</span><br /></span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-73973991132616660352009-06-22T17:39:00.002+03:002009-11-25T15:05:09.282+02:00Hayat!<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh1OYDb7hNPmCoPO3rUQJBvtkqp-QY9wBmcHGFZrCJxGlbyf5VwB-FZ1at0uZgb9pf0-FuwZ96XLOpVrnRLlPZg9U-HUtRpKfE9tGbOR7xxq2SmSWyieCKUs2_VFkYQxxMTc7hLy_cTtUm5/s1600-h/ad%C4%B1m.jpg"><img style="margin: 0pt 10px 10px 0pt; float: left; cursor: pointer; width: 200px; height: 57px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh1OYDb7hNPmCoPO3rUQJBvtkqp-QY9wBmcHGFZrCJxGlbyf5VwB-FZ1at0uZgb9pf0-FuwZ96XLOpVrnRLlPZg9U-HUtRpKfE9tGbOR7xxq2SmSWyieCKUs2_VFkYQxxMTc7hLy_cTtUm5/s200/ad%C4%B1m.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5350165125748489298" border="0" /></a>Anne ve babamız da olsalar “<span style="font-style: italic;">başkalarının aşkıyla başlayan</span>”* ve “<span style="font-style: italic;">korunmuş tavanın altındaki</span>” şu “<span style="font-style: italic;">güvenli beldede</span>” hangi anda ve nerede saklı olduğunu bilmediğimiz son nefesimize kadar genellikle “<span style="font-style: italic;">başkalarının hınçlarıyla</span>”* devam eden zamana biz insanlar ömür bu süre zarfında ortaya koyduğumuz pratikler bütününe de hayat diyoruz.<br /><br />Hayatın var oluş sebebini ve dolayısıyla mahiyetini kavramak biz insanlar için kendimizi ve bu kainattaki yerimizi algılamamız açısından çok büyük bir öneme sahiptir. Zira her şeyin varlığının bir nedene bağlı ve başka bir sonuca matuf olduğu bu dünyada bu sorunun cevabı çok büyük bir öneme haizdir.<br /><span class="fullpost"><br />Yaşadığımız hayatı anlamak için kendimizi yaşanmakta olanın dışına çıkarıp yüksekçe bir yerden baktığımızda hayat dediğimiz bu olgunun biz insanlar için bir koşturmaca, oyun, eğlence ve dolayısıyla yanılsama olduğunu ve ölüm diye bir şey yokmuş gibi durmadan koşturan, çırpınan ve bir şeyler yapmaya çalışan insanların hiç benklenmedik bir anda gelen ve insanı oyunun dışına çıkarmanında ötesinde sahneden kaldıran ölümle birlikte “<span style="font-style: italic;">sanki daha önce hiç yaşamamış</span>” gibi olduklarını görürüz. Bu açıdan bakıldığında ölümün gölgesi altında geçen bu hayat koca koca insanların oynadıkları bir çeşit evcilik gibi görünmekte ve böylece de abesle iştigal kavlinden kopuk ve dahi komik faaliyetler bütünü halini almaktadır.<br /><br />Buna karşın bu koşturmacanın içinde hayatı yaşarken hayat biz insanlara hiçte öyle anlamsız gelmez. Zira yaşadıklarımız karşısında hissettiklerimiz bizim için anlamsız olamayacak kadar gerçekçidir ve insan bu hissettikleri sebebiyle başkalarına karşı planlar kurar, servet dediği hırsının ürünü metal, kağıt veya toprak parçaları birikimini elde etmek için çabalar ve bunları ele geçirir veya kaybeder ve hatta bunlar için başkalarının kanına girer. Hayatın barındırdığı bu çelişkiyi gördükleri için olsa gerektir ki Yunan filozofları “<span style="font-weight: bold;">hayat düşünenler için komedi, hissedenler için bir trajedidir</span>” demişlerdir.<br /><br />Her ne kadar içine girmekte olduğumuz post modern çağda pek vurgulanmasa da geride bırakmakta olduğumuz modern çağda pek çok kişi hayatı bir raslantılar silsilesi olarak tanımlamışlardır. Buna karşı “<span style="font-weight: bold;">bilenler için</span>” raslantı diye bir şeyin olmamasının ötesinde hayat bu kadar ard arda raslantının oluşturamayacağı kadar karmaşık, canlı ve gerçektir. Ve sahip olduğumuz hayat kendi içinde çok güçlü bir sonsuzluk özlemi barındırır ve bu haliyle aslında sonsuz hayatın delilini uhdesinde barındırır.<br /><br />Bilindiği üzere insan, olmayan bir şeyi tahayyül edemez ki onu arzulayabilsin ve ayrıca kendileri için sonsuz hayatın söz konusu olmadığı hayvanların sonsuz hayata yönelik bir yönelimleri ve beklentileri olduğu yönünde hiçbir delil de mevcut değildir. Buna karşın insandaki sonsuzluk özlemi ve bunun yansımaları hayatın her alanında çok yoğun olarak kendini göstermektedir.<br /><br />Yine insanlar tarafından tahayyül edilen ve fakat var olmadığı düşünülen şeyler ise ya bizzatihi var olan şeylerin insan zihnindeki iz düşümleridir veya insanın var olan başka şeyleri bir birine karıştırarak ortaya koyduğu fanteziler topluluğudur. Fakat bu fantezilerin hiç birisinin insanların bütününün özlerinde taşıdıkları bir arzu ve özlemi ifade etmesi mümkün değildir ve bu realite de özünde sonsuzluk özlemi taşıyan insan için sonsuz hayatın ne kadar gerçekçi ve tartışılmaz olduğunu ortaya koymaktadır.<br /><br />İçkin sonsuzluk arzusuyla donatılmış hayatın kendisi, hayatın dünya hayatı dediğimiz ve ölene kadar devam ettirdiğimiz faaliyetler bütününün ötesinde bir anlamı olması gerektiğinin açık delilidir. Ve bu idrak içinde ölüm bir sona değil geçişe karşılık gelir ve aslen üzerinde sonsuzluğu kaldırması mümkün olmayan bu dünyada yaşamakta olduğu fasit bir daire gibi dönüp duran bu hayatı insanın daha farklı değerlendirmesine ve ona bir hedef koymasına sebep olur.<br /><br />Bu hedef insanın hayatına bir anlam da katmaktadır. Ve bu haliyle de yeryüzündeki bütün dinlerin ve pek çok felsefi yaklaşımın ortak paydasını oluşturmaktadır. Genel olarak bütün dinler yaşamakta olduğumuz bu hayatı bizlere “<span style="font-style: italic;">kimin iyi işler yapacağı kiminse kötü işler yapacağı</span>” açıkça herkes tarafından bilinsin diye bahşedildiğini vaaz etmişler ve felsefeler geliştirerek bunun nasıllığını kendilerince ortaya koymuşlardır. Ve insan için bu hayatta elde edebileceği en büyük kazanımın erdem olduğunu ve erdemin biz müslümanların ahiret hayatı dediğimiz bu hayat sonrası hayatımızda mutlaka bizim en büyük yardımcımız olacağını vurgulamışlardır.<br /><br />Bu bağlamda bütün kainatın sebepsiz sebebi olan Allah “<span style="font-style: italic;">kendinden öncekileri tasdik edici</span>” ve “<span style="font-style: italic;">müjdeleyici ve uyarıcı</span>” olarak <span style="font-weight: bold;">Kulu Muhammed</span>'in sadrına indirdiği Kur'an'da da bizleri erdemli bireyler olamaya çağırmakta ve özet olarak bize <span style="font-weight: bold;">bir hayat yaşayacaksınız öleceksiniz ve hayatınızın hesabını vereceksiniz ve yaptığınız en ufak iyiliğin de kötülüğün de karşılığını göreceksiniz, bunu bilin ve artık ne yapabilirseniz yapın</span> demektedir. Ve bunu bütün bahanelerin ve yalanlamaların ötesinde “<span style="font-style: italic;">o gün hesap görücü olarak da bize kendi nefislerimiz yeteceği</span>” vurgusuyla desteklemektedir.<br /><br />Hal böyle olunca biz insanların yaşadığımız hayat içinde bize bahşedilen en büyük nimet olan zamanı kullanma hususunda oldukça müsrif davrandığımız ortaya çıkmaktadır. Ve aslen bu müsrifliğimizin bizim üzerimizde oluşturduğu baskı da bize “<span style="font-weight: bold;">can sıkıntısı</span>” olarak tebarüz etmekte ve bilinç altı düzeyindeki zamanı doğru bir şekilde değerlendirememe endişesinin bizim üzerimizde oluşturduğu yüke de dert demekteyiz.<br /><br />Gerçekten de “<span style="font-style: italic;">zamanın akıp gidişi</span>” ve insanın onun karşısındaki tutumu göz önüne alındığında “<span style="font-style: italic;">insanın çok büyük bir kayıp içinde olduğu</span>” ve bunun istisnasının sadece Allah diye bir varlığın olduğuna ve ona hesap verileceğine “<span style="font-style: italic;">inanıp</span>”, O'nun var olduğu bilinciyle “<span style="font-style: italic;">övgüye layık işler yapanlar ve birbirlerine hakkı, sabrı ve merhameti tavsiye edenler olduğu</span>” görülecektir.<br /><br />Her şeye rağmen muhakkak ki insan yaşamakta olduğu bu hayatta bütün kayıplarını kazanca çevirebilecek bir fırsata da sahiptir ve çok iyi değerlendirilmesi gereken o fırsat da insanın yaptığı yanlışlar karşısında duyacağı gerçek bir pişmanlıkla tövbe etmesidir zaten pişmanlık ile pişmeyen kalpten gerçek bir tövbenin çıkması da mümkün değildir.<br /><br /><span style="font-weight: bold;">Şu halde yaptığı hatalar karşısında gerçek pişmanlık duyacak kalbe ve bu kalple tövbe etme erdemine sahip olanlara ne mutlu!</span><br /><br /><br />* Sebeb-i Telif/İsmet Özel<br /></span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-21079439957267285012009-06-02T23:26:00.003+03:002009-11-25T15:07:09.677+02:00Hakikatin peşinde ...<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjjhCx41IpDXFCbrcuv_cnL_uR-6WVH-OhoD398fD9qlUFVMBsJ837e4roSMQhXO3ZrAiy4hQhbi6ppU200YpazDHWaU69vkaUJxCbkGZrLapACYEgdyFdS4u55lyvpQFhkG1NnlUiMW_6y/s1600-h/buddha.png"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 200px; height: 150px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjjhCx41IpDXFCbrcuv_cnL_uR-6WVH-OhoD398fD9qlUFVMBsJ837e4roSMQhXO3ZrAiy4hQhbi6ppU200YpazDHWaU69vkaUJxCbkGZrLapACYEgdyFdS4u55lyvpQFhkG1NnlUiMW_6y/s200/buddha.png" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5342831170590534690" /></a>Düşündün mü hiç inciri? Ve onun kimler için neyi ifade ettiğini? Ya Zülkifli? Yada gerçek adıyla Siddhartha Gautamayı? En bilinen ismiyle “<span style="font-weight:bold;">aydınlanmış</span>” olanı yani Buddha'yı(Buda)? Onun arayışını? Ve ulaştığını? Peki dokunduğu her şeyi bozan insanın bu öğretiyi de ne hale soktuğunu? <br /><br />Efsanelerin ve abartıların arasında kaybolan Zülkifli yani Buddha'yı tanımak ve anlamak için yapmamız gereken neydi? Bütün yalınlığıyla O'nun hakikati nasıl bulunabilir ve O'na nasıl dokunulabilirdi? <br /><span class="fullpost"><br />Elbet Buddha'yı da anlamak için o kutlu “<span style="font-style:italic;">binanın son tuğlasına</span>” ve “<span style="font-style:italic;">kendinden öncekileri tasdik etmek için</span>” onun sadrına vahyedileni nirengi almak gerekirdi. Hani O bizim “<span style="font-style:italic;">gibi kuru et yiyen kadının çocuğuna</span>”. <br /><br />Hani O doğmadan önce annesi bir rüya görmüştü. Ve oranın kralı olan babası o dönemin ileri gelen alimlerinden olan bir Brahmana bu rüyayı yordurmuştu. Ve demişti ya babasına “<span style="font-style:italic;">bir oğlun olacak ve o ya çok büyük bir kral olacak ya da çok bilge bir kişi</span>”. <br /><br />Babası da hakikat arayışına düşüp bilgelik yolunu tutmasında bütün dünyanın hakimi bir kral olsun diye onu eğitti. Çok iyi kılıç kullanır ok atardı hani. <br /><br />Ve babası hiç hayatın anlamını sorgulasın istemedi. Çünkü biliyordu ki böyle bir sorgulama başlarsa geçici krallığı daimi bilgeliğe asla tercih etmezdi. Ama böyle yaparak belkide onun "<span style="font-weight:bold;">Süleyman</span>" gibi bilge bir kral olmasının önünü tıkadı.<br /><br />Hep saraylarda eğlenceler içinde büyüdü. Etrafında hep kendisini şımartan insanlar birbirinden güzel kadınlar vardı. İstedikleri önünde istemedikleri her an isterse diye hep arkasındaydı. Fakat tedbir takdirin önüne asla geçemezdi. <br /><br />Bir gün yine bir eğlenceye giderken at arabasından beli iki büklüm olmuş ayakta duramayan yüzü buruş buruş yürümekte zorlanan yaşlı bir adam gördü ve yardımcısına şaşkınlıkla “<span style="font-weight:bold;">buda ne böyle</span>” diye sordu. Yardımcısı “<span style="font-weight:bold;">o yaşlı bir adamdır efendim</span>”, “<span style="font-style:italic;">zaman içinde insan bütün gücünü ve canlılığını yitirir ve bu hale gelir</span>” dedi. O “<span style="font-style:italic;">nasıl yani bende mi böyle olacağım?</span>” diye sordu. Yardımcısı “<span style="font-style:italic;">elbette efendim</span>” dedi. Sonra adam gözden kaybolana kadar gözlerini ondan alamadı ve bu O'nun yaldızlı ve yaldızlı dünyasına atılan <span style="font-weight:bold;">ilk çizikti</span>. <br /><br />Daha sonra yardımcısıyla saraydan kaçarak şehre indi ve orada dolaşırken bir adam gördü inliyor hiç kımıldayamıyordu. Yanındakiler ona su içirmeye ve bir şeyler yedirmeye çalışıyor fakat o hiçbir şey yeyip içemiyordu. Yaşlıya daha yeni alışmışken hayretle yardımcısına sordu “<span style="font-style:italic;">bu nedir?</span>” Yardımcısı cevapladı “<span style="font-style:italic;">o hasta bir insandır efendim</span>” diye. Peki “<span style="font-style:italic;">bu insan nasıl böyle oldu?</span>” diye sormaktan kendini alamadı. Yardımcısı “<span style="font-style:italic;">insanlar bazen böyle hasta olabilir ve hareket edemeyecek duruma gelebilirler efendim</span>” dedi. Hayret dolu gözlerle adamı ve çevresindekileri bir süre izledi. Sonra tekrar saraya ve sarayın göz alıcı yaldızlarla dolu büyülü dünyasına döndü. <br /><br />Saray geleneklerine göre ne çok yaşlılar, ne çok hasatlar sarayda kalabilirler ve saltanat mensuplarından başkaları da sarayda ölemezlerdi ki ömrü sarayda o kasırdan bu kasıra ve o eğlenceden bu eğlenceye geçen Sidarta nereden onları görsündü.<br /><br />Ve o, sarayda görmediklerini gördüğü dünya gün geçtikçe daha fazla ilgisini çekti. Ve bir gün yine yardımcısıyla şehre indi. Bu sefer insanların omuzlarında taşıdığı bir tahta üzerinde yatan birini gördü. Taşınan adamın rengi solmuştu ve nefes bile almıyordu. Hayretle sordu “<span style="font-style:italic;">bu nedir?</span>” diye. Yardımcısı “bu ölüdür efendim” dedi. “<span style="font-style:italic;">Ölü ne demektir</span>” diye somaktan kendini alamadı. Yardımcısı “<span style="font-style:italic;">her canlının kaçınılmaz sonudur efendim</span>”, “<span style="font-style:italic;">ölüm geldiğinde insan insan olmaktan çıkar ceset olur artık yiyemez, içemez, eğlenemez, çürür ve kokar</span>”. Hayretle sormaya devam etti “<span style="font-style:italic;">peki onu ne yapacaklar şimdi?</span>” Yardımcısı “<span style="font-style:italic;">onu yakacaklar efendim</span>” dedi. Bu söz onu şok etmişti “peki bende ölecek ve yakılacak mıyım” dedi. Yardımcısı “<span style="font-style:italic;"><span style="font-weight:bold;">evet efendim</span></span>” dedi. <br /><br />Artık Siddharthanın ağzının tadı kaçmıştı. Hiçbir eğlence kafasını dağıtamıyor hiçbir şey dikkatini çekemiyordu. Bu güne kadar hiç yapmadığını yapmaya başladı. Kendini hayatı ve ölümü düşünmekten alıkoyamıyordu. Bunlarla ilgili sorular sormaya başladı. Olayı fark eden babası da onun zihnini dağıtmak için eğlencelerin dozajını arttırdı. Ama artık bunun bir faydası yoktu.<br /><br />Zira ölüm Siddharthayı çok sarsmıştı. Kendini ölümü düşünmekten alı koyamadı. Düşündükçe daha da sarsıldı. <span style="font-weight:bold;">Nasıl yok olabilirdi?</span> Bu kendisi için kabul edilebilir bir şey miydi? Ama ne kadar görmek istemese de hayatın en büyük hakikatiydi. Artık her şey onun için anlamını yitirmişti, ne eğlencelerden zevk alabiliyordu. Nede yok olup gidecek krallığın bir anlamı kalmıştı. <br /><br />Babası onu engellemeye çalıştı. Oysa Onu engellemek artık ne mümkündü. Bu bir kültürel fanteziyi çoktan aşmıştı. Bu bağrı susuzluktan yananın su arzusundan çok daha şiddetliydi. Ve kalbini sıkıştırıyordu. Kendisine gitmemesi için ağlayarak yalvaran ve “<span style="font-style:italic;">ne istersen veririm</span>” diyen babasına “<span style="font-weight:bold;">babacığım bu tenimdeki canlılık ve güzelliğin sonsuza kadar sürmesini sağlayabilir misin? Ya asla hastalanmadan enerjik bir şekilde yaşamamı sağlayabilir misin? Peki o dokunduğunu yok eden ölümü benden uzaklaştırabil misin?</span>” diye sordu. Babası artık onu engelleyemeyeceğini anlamıştı.<br /><br />Tam saraydan ayrılmaya karar vermişti ki bir oğlu oldu. Bilinmez oğlu olunca ne düşündü. Sevinmiş miydi yoksa bu ölümlü dünyaya, “<span style="font-style:italic;">bu pıtraklı diyara, bu sürgün yerine</span>” bir kişinin daha gelişine vesile olmanın çelişkileri mi sarmıştı benliğini. Ama bu bile onun ayrılıp hayatın hakikati olan “<span style="font-style:italic;">Rabbe varan yolda</span>” yürüme serüvenine engel olamadı. Zira anlamıştı ki hayat denilen sürgünün amacı pişerek kemal ile “<span style="font-style:italic;">Rabbe varmaktı</span>”. Ve bu insana bahşedilen en büyük nimette zamandı. Peki nasıl varılacaktı? Zira zaman akıp durmakta ve adeta parmaklarının arasından kaymaktaydı. Bu sorular beynini doldurdu. Ve bir gece yarısı uykusundan uyandığında yaldızların büyüklüğünün sadece kandırmacanın büyüklüğünü yansıttığı sarayı terk etti.<br /><br />Yardımcısıyla saraydan ayrıldılar. Bir nehrin kenarına gelene kadar at koşturdular. Nehri geçtiklerinde saçını kesti. Elbiselerini çıkardı ve yardımcısını geri gönderdi. Artık geçmişini terk etmişti. Ama aslında onu kemale götürecek olanlar içinde o geçmişinin ve orada yaşadıklarının çok ayır bir yeri vardı. Fakat zaman oranın zincirlerinden kurtulma zamanıydı.<br /><br />Kendisi oradan geçmekte olan serseri dervişlere katıldı. Bir müddet onlarla gezdi oruç tuttu, meditasyon yapıp tefekküre daldı. Ama bu dervişler çok cahildi. Ve “<span style="font-style:italic;">uçtu kaçtı</span>” muhabbetleri ona hitap etmiyordu. Bilgisiz bir şekilde hedefe varmanın mümkün olmadığını bildi. Bir süre sonra onları terk etti.<br /><br />Ve devrinin en büyük alimlerinden olan bir Brahman'ın yanına gitti. Birkaç yıl ona hizmet etti ve ders aldı. Fakat artık ne o alimin sözleri nede orada okudukları ona yetiyordu. Bir şeyler eksikti ve bir türlü yerleri dolmuyordu. Orayı terk edip başka bir alimin yanına gitti. Bir müddet onunla da kaldı. Ama onun söyledikleri ve orada okudukları da o eksik olanı tamamlamaktan çok uzaktı.<br /><br />Oradan da ayrıldı. Ve bilgiyle dolmayan şeyin çilecilikle dolabileceğini düşündü. Yolda karşılaştığı birkaç çileciyle birlikte bir ormana gitti. Orada günlerce aylarca oruç tuttu. Meditasyon yapıp tefekküre daldı. Çilecilerin temel felsefesiydi nefsi kırıp ruhu parlatmak ve ruhun beden üzerindeki hakimiyetini kurmak. <br /><br />Nefsi baskılamada o kadar ileri gitti ki artık doğru dürüst bir şey yemez oldu. Fakat fark etti ki yemek azalınca zihni bulanıklaşıyordu. Ve buda sağlıklı düşünmesini engelliyordu. Bu haliyle aslen her sorun karşısında sorundan kaçmak için içki içip sarhoş olan fakat sürekli olarak ayılınca kaçtığı sorunlarla yüz yüze kalan kimselere benzediğini anladı. Ve O'na aşikar olan bununda eksiği doldurmaktan çok uzak olduğuydu.<br /><br />Eksik olan neydi? Ne olmalıydı ki hayatın hakikatini kavrasındı? Ne olmalıydı ki içindeki bu susuzluk son bulsundu? Ne olmalıydı ki birbirine karışmış olan düşünceler düzene kavuşsundu? Çelişkilerden zihni kurtulsundu? <br /><br />O çilecileri terk etti. Ve diğer insanlar gibi yeyip içmeye onlar gibi yaşamaya başladı. Bu arayışının son bulmasından değildi. Fakat kendisine sunulan yolların ona bir faydasının olmamasındandı. Zira zihni bunca öğretim ve eğitime rağmen hala karma karışıktı. <br /><br />Bir gün yolu yaşlı bir incir ağacının dibine düştü. Oturmamış adeta çökmüştü. Derken bir kadın bir kase sütlaç getirdi ve ona ikram etti. Teşekkür edip sütlacı yedikten sonra derin düşüncelere daldı. Aslında düşünmüyordu. İçinde fırtınalar kopuyor, savaşlar patlak veriyordu. Düşünceler zihnini bombalıyor kalbini sıkıştırıyordu. Ve O bu halden kendisini kurtaracak hiçbir çıkış yolu da bulamıyordu. <br /><br />Çaresiz bir şekilde kıvranırken belki “<span style="font-weight:bold;">rabbim bu ne hal, beni kurtar, yolumu ve içimi aydınlat</span>” diyecekken veya demişken, tarih boyunca bu arayışa sahip olup olgunlaşana kadar pişenlere gelen geldi. Bu daha önce “<span style="font-style:italic;">Musa'ya gelen nomos</span>”tu. <br /><br />Bir anda sanki beyninde bir şimşek çaktı veya bir lamba yandı. Bir anda daha önce göremediklerini görür hale geldi. Meğerse etrafını ne kadar da bulanık görmekteydi. Ne kadar kördü. Hali gözleri çok kötü gören fakat bunu fark edemeyen birinin gözlük takarak etrafa hayran hayran bakmasına benziyordu. Bakış netleşince nereden bakması gerektiğini daha iyi anladı. Zira insan “<span style="font-style:italic;">nasıl bakarsa öyle görürdü</span>”. Ve “<span style="font-style:italic;">nasıl görürse öyle yaşardı</span>”. Ve “<span style="font-style:italic;">nasıl yaşarsa öyle ölürdü</span>”.<br /><br />Ve bir kez daha kavradı ki ne kadar zeki ve bilgili olursa olsun o göremezdi ancak ona gösterilirdi. O ne kadar okursa okusun kavrayamazdı ancak ona kavratılırdı. <span style="font-weight:bold;">O bilemezdi ama ona bildirilirdi. </span><br /><br />Artık içindeki fırtınalar dinmiş içi sükuna ermişti. Artık susuzluğu dinmişti. Hatta artık sadrından çıkanlarla susuzlukları dindirecekti. Ve böylece o aydınlananlardan yani “<span style="font-weight:bold;">Buddha</span>” olmuştu. O artık muradına yani '<span style="font-weight:bold;">Nirvana'ya</span>' ermişti. Onu o kadar aramıştı o kadar beklemişti ki onun zevkine doya doya varmak istedi. <br /><br />Artık anlamıştı insan denilen şeyin ne sadece beden ne de sadece ruhtan oluşmadığını. İnsanın ruh ve bedenin toplamı olduğunu. Ve ikisi arasında dengeyi kurmalıydı. Ne nefsinin her istediğini yapmalıydı. Nede onun isteklerini tamamen göz ardı etmeliydi. Aslında hayatı oluşturan da zaten bu dengeydi. Dengenin saptığı her yerde çarpıklık ve sapma vardı.<br /><br />Ayrıca insanların kendilerini diğer insanlar başta olmak üzere çevrelerinden sürekli soyutladıklarını ve bu soyutlamanın insanın önündeki en büyük engel olduğunu anladı. Anlamıştı ister çileci ister ilimci olsunlar insanların gerçekte rol yaptıklarını. Ve kendilerini sürekli olarak diğerlerinden soyutladıklarını ve apayrı bir yere koyduklarını. Oysa hepsi bütün farklılıklarına rağmen birbirinin aynısı olduklarını. Ve nitekim hepsi “<span style="font-style:italic;">topraktandı</span>”. Ve hakikate ulaşabilmek için öncelikle kendi tahtlarından inmelerinin gerektiğini. Ancak o tahttan inerek ve ancak yapmacıklıktan uzak samimiyetle “<span style="font-style:italic;">rabbe varan yolu</span>” yürüyebilirlerdi. <br /><br />Ve bu yol ne alimler sınıfına, ne yöneticilere, ne tüccarlara, ne de paryalara aitti. O yol göğüslerinde samimiyet taşıyan Ademin tüm çocuklarına açıktı. Bu yolun tek şartı samimiyetti zira yalnız “<span style="font-weight:bold;">ihlaslılara</span>” şeytanın gücü yetemezdi. Ve yalnız onlar bu kıldan ince kılıçtan keskin dünya hayatında “<span style="font-style:italic;">rabbe varan o yolu</span>” sapmadan yürüyebilirlerdi. <br /><br />Oysa 'Rabbe varma' toplumun idrakinde bu aslen bir sınıfa aitti. Bu kastlar belkide bir zamanlar toplumda uzmanlaşmayı sağlamak ve toplum yönetimini kolaylaştırmak ve etkinleştirmek için düşünülmüştü. Fakat sonra işin şirazesi kaymış idrakler değişmişti. Ve kemikleşmenin de ötesinde katılaşmıştı. Ve böyle bir toplunda bu düşünceler pek de kabul görmeyecekti, zaten görmedi de. Ama hakikat Buddha'nın idrakinde belirenden başkası değildi.<br /><br />Ve insanların Rabbe varmak için ihtiyaçları olan şey tekrar tekrar dünyaya gelmek değildi. Aşkın olana bütün benlikleriyle kendilerini adamaktı. Ve buda yaşarken bu hayatı o yokmuş gibi yaşamamak. Hayatının her anını O'nun var olduğu bilinciyle yaşamak demekti. Ancak böyle arınılabilir ve ancak böyle Rabbe varılabilirdi.<br /><br />Gereken ne durmadan kitap okumak, vaaz dinlemekti nede hiç durmadan oruç tutup, namaz kılmak, zikri çekmekti. Gereken hayatı yaşarken karşılaştığın sorunlara '<span style="font-weight:bold;">ne yaparsam O'nun rızasını kazanırım</span>' veya '<span style="font-weight:bold;">nasıl yaparsam O'nun rızasını ulaşırım</span>' diye sorma idraki ve bu sorulara kabinin derinlerinden verilen cevaplar uyarınca hareket etme erdemi göstermekti. <br /><br />Zira hayat her şeyden önce kültürel değil pratik bir şeydi. Sözün güzeli elbet güzeldi ama onu Rabbe ancak övgüye layık işler ulaştırırdı. Çünkü sözler değil ancak işler fark yaratırdı ve farkı fark ettirirdi. <br /><br />Siddhartha ya da artık yeni adıyla Buddha bu idrak uyarınca yeniden insanların zihnini ve gönlünü ve nihayetinde de pratiğini şekillendirmeye koyuldu. En büyük engeli kendinden önceki yerleşik alimler ve dini, politik, ekonomik, toplumsal idrakti. Bu idrak engeli sadece ona karşı çıkanlardan kaynaklanmıyordu. Ama çoğu kere kendisine tabi olanlar da hala eski idrak ve algılayışlarından kendilerini kurtaramıyorlardı. Her ne kadar hakikati aradıklarını iddia etseler de çoğu kere “az bir dünya metaına” tav oluyorlardı.<br /><br />O yüzdendir ki O'ndan sonra ilk zamanlar onu temsil ettiklerini hatırlamak için yaptıkları heykellere daha sonra TANRI diye tapar olmuşlardı. Ve hatırlattıklarını pratiğe geçirip ona hayat vermek yerine bu heykellere saygı göstererek Rabbe ereceklerini düşünür olmuşlardı. <br /><br />Ayrıca sanki insanın bu pıtraklı diyara bir kez gelmesi yetmezmiş gibi, Hindular gibi zihinlerinde insanı tekrar tekrar bu diyara mahkum etmişlerdi. Oysa O “dünyaya saplanıp kalanlardan” değildi ve sözüne değer verenlere Rabbe varan yolu göstermişti. <br /><br /><span style="font-weight:bold;">Bunlar hep bizden önceki(biz)lerin haberleriydi. <br /><br />Ne mutlu onlardan ders alıp Rabbe varan yol tutmayı dileyenlere ...</span><br /></span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-18026558860355967842009-05-15T17:24:00.000+03:002009-07-29T23:47:21.473+03:00Yûsuf ve Kardeşlerinin Düşündürdükleri ...<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg6Y6QoSZxGRc5S_v7A6_pERnWyh1kImNKSDphu5UvhLGxMlDmMhfoSCnbKVLoP_O5UqQvOA-swySLMG8Yh2ubSbMz9m7K5gyA8Q9VVpn4Jnq0AFlkTuZNl3HN9Scj5d-Sew7HfF3DK0ZNz/s1600-h/y%C4%B1lan.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 124px; height: 200px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg6Y6QoSZxGRc5S_v7A6_pERnWyh1kImNKSDphu5UvhLGxMlDmMhfoSCnbKVLoP_O5UqQvOA-swySLMG8Yh2ubSbMz9m7K5gyA8Q9VVpn4Jnq0AFlkTuZNl3HN9Scj5d-Sew7HfF3DK0ZNz/s200/y%C4%B1lan.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5336058048906800002" /></a>İnsan her şeyden önce noksandır ve noksanlığını tamamlayacak olana tutkundur. Bu tutkunluğu sebebiyle kendinde eksik olanlara sahip olanlarla birlikte olup onlardan faydalanmak ister. Ve herkeste bir şeylerin fazla buna karşın başka bir şeylerin de eksik olması sebebiyle insanlar tarih boyunca hep topluluklar halinde yaşamışlar ve bunun sonucunda da yeryüzünde büyük şehirler kurmuşlar ve böylece yeryüzünde hep birlikte hayat tesis etmişleridir. Bu eksiklik tatmini insanlar arasında sadece zorunlu ittifaklara değil çoğu zamanda çok büyük rekabetlerin oluşmasına da neden olmuştur ve hala olmaktadır. Ve aslen insanlık tarihi dediğimiz olguda en çok ilgi çeken olaylar bu rekabetler sayesinde vuku bulmuş ve hala dahi vuku bulmaktadırlar. <br /><br />Bu açıdan bakıldığında aslında bize diğerlerinden fazla olarak bahşedilen özellikler bizde eksik olup talep ettiklerimiz karşılığında diğerlerinin hizmetine sunmak zorunda olduğumuz nimetler olarak tebarüz etmektedir. Ama cimri yaratılışından olsa gerektir ki insanlar genellikle az verip çok almak isterler. Buda ister istemez insanlar arasında çekişmelere ve ileri boyutlarda toplumda çatışmalara neden olur. <br /><span class="fullpost"><br />İnsanın en büyük hastalığı olan “<span style="font-weight:bold;">bencillikten</span>” beslenen bu sözde “<span style="font-weight:bold;">uyanıklık</span>” gerçekte diğerlerine “<span style="font-weight:bold;">saygısızlık</span>” hali aslında insanın kendi varlık sebebini idrak etmekten uzak olmasıyla alakalı bir durumdur. Ve bu uzak oluş insanın bu hayatı yaşarken hayatını asli mecrasından saptırmasına ve böylece kendisinin sapa yollara itilmesine ve nihayetinde insanlıktan çıkmasına neden olur. <br /><br />Peki akıl gibi keskin bir nimetle donanmış insanı bu sürecin içine sokan nedir? Ve niçin insan tüm donanımına rağmen kendi gerçeğini göremez veya görmek istemez? <br /><br />Bu soruların cevabı aslında insanın yargılarına etki eden faktörlerin neler olduğu sorusuyla doğrudan alakalıdır. Acaba insan hüküm verirken saf akılla mı hüküm verir yoksa bu hüküm verme sürecine etki eden başka faktörler de var mıdır? <br /><br />İnsan davranışları incelendiğinde açıkça görülecek olan insanların davranışlarını belirleyen asli unsurların çoğu kere akıl değil buna karşılık duygular olduğu ve insanların zaman zaman birbiriyle de çelişen çok çeşitli duyguların etkisiyle hareket ettiği olacaktır. Buradan da anlaşılacağı üzere sanıldığının aksine insanda çoğu kere akıl duyguları yönlendirmez fakat duygular aklı yönlendirir ve aklın talepleri uyarınca çalışmasını sağlarlar. <br /><br />Bu açıdan bakıldığında Yûsuf ve kardeşlerinin hikayesi tam bir ibret abidesidir. Zira tüm bilgilerine ve bu bilgilerin neyi bildirdiğini idrak etmelerine rağmen Yâkub'un çocukları olan Yûsuf'un kardeşleri içlerini kasıp kavuran kıskançlık duygusuna yenilmişler ve o kılı kırk yaran keskin akılları da bağırlarını yakan kıskançlık ateşinin kuyruğuna takılmış ve Yûsuf'tan kurtulma planları yapmalarında onlara yardımcı olan en büyük araç olmuştur. Oysaki o aklın veriliş amacı insanın bu tür hesaplar yapması değil de insanın ve hayatın hakikatini kavraması ve bu kavrama uyarınca insanın kendisini konumlandırmasını ve istikametini belirlemesini sağlamaktır. <br /><br />Ve Yûsuf'un kardeşlerinin durumları o kadar vahimdi ki bu cürümü işledikten sonra tövbe edip salihlerden olacaklarını ifade ederken aslında kıskançlık örneğinde ortaya koyulduğu üzere bu tür şeytani duyguların kuyruğuna takılan aklın hakikati de nasıl çarpıtabildiğini açık bir şekilde ortaya koymuşlardır. Ve bu gerçekte hakikati yorumlayışı sürekli olarak bastırılmış veya bastırılmamış duygularının etkisinde savrulan bizler için çok açık bir uyarı niteliğindedir. Zira bizim kararlarımız genel olarak yaşadığımız olaylardan doğrudan etkilenir ve ancak “kendisini gerektiği üzere tanıyanlar” hükümlerinin bu duyguların etkisinde olup olmadığını tespit edebilir ve böylece hakikati kavramasının önündeki en büyük perde olan kendini aşabilme ve “merhamet, tevazu, ıshar, cömertlik, adalet, kanaat ve hilm” gibi rahmani hassasiyetlerle hareket etme erdemine erişebilirler. <br /><br />Bu sebepten dolayıdır ki kendi gerçeğini gerektiği üzre idrak etmiş insanlar kendini (duygularını) kontrol etmenin önemine vurgu yapmışlar ve duyguların özellikle de kötü kabul edilen kin, kibir, riya, haset, cimrilik, düşmanlık, tamah, öfke ve bunların temelinde yatan bencilliğin insanın hakikati kavramasının ve gerçek bir insan olmasının ve insana yakışır doğru pratikler ortaya koymasının önündeki en büyük engeller olduğunu ifade etmişler ve sahip oldukları bu duyguları kontrol altına alabilmek için bütün ömürleri boyunca yöntem araştırmışlar ve kendi benlikleriyle mücadeleyi hep ön planda tutmuşlardır.<br /><br />Bu bağlamda kendini kontrol etmede ciddi mesafeler kat eden insanlar toplumda da ciddi izler bırakmışlar ve toplumun ideale yaklaşmasına ciddi katkılarda bulunmuşlardır. Yûsuf'un kuyu, kölelik ve zindandan oluşan ilk dönem hayatı ve sonrasında toplumda saygın bir konuma yükselmesi ve toplumu şekillendirmede kayda değer katkılar yapması da bu açıdan değerlendirilebilir.<br /><br />Gerçekte bu bastırılmış veya bastırılmamış duyguların insan hayatındaki rolü çok aslidir. Bunlar insanın hareketlerinin (amellerinin) temeli olan niyetini belirlemekte ve insanın niyeti de insanın kaderi olmaktadır. <br /><br />İslam tarihi boyunca çok tartışılan “<span style="font-weight:bold;">ismet</span>” veya bir başka ifadeyle “<span style="font-weight:bold;">masumiyet</span>” konusu da hata yapmamaktan ziyade aslında niyetlerle alakalı bir durumdur. Zira niyeti kötü olan yani niyetinin temelinde “<span style="font-weight:bold;">kin, kibir, riya, haset, cimrilik, düşmanlık, tamah, öfke</span>” yani bunların da temelinde yatan “<span style="font-weight:bold;">bencillik</span>” bir başka ifadeyle dünyaya kendini merkeze koyarak bakmak bulunan kimsenin yapacağı en övgüye layık eylemler (salih ameller) bile o kişi için olumsuzlar hanesine yazılacak iken niyeti iyi olan yani niyetinin temelinde “<span style="font-weight:bold;">merhamet, tevazu, ıshar, cömertlik, adalet, kanaat ve hilm</span>” yani bunların da temelinde yatan diğerkamlık bir başka ifadeyle dünyaya diğerlerini merkeze koyarak bakmak bulunan kimsenin yapacağı hatalar bile o kişinin olumlu hanesine yazılacak ve bu kişi bu yaptığı hatalardan bile sevap kazanacaktır. <br /><br />Böylece bencil kişi bu dürtü temelinde yaptıklarına karşılık sürekli kötü puan toplarken diğerkam kişi bu dürtü temelinde yaptıklarına karşılık sürekli iyi puanlar toplayacaktır. Ve doğal olarak böyle bir kişi diğerleriyle kıyaslandığında elbet “<span style="font-weight:bold;">masum</span>” olacaktır. Yoksa bu “<span style="font-weight:bold;">masumiyetin</span>” birilerinin iddia ettiği gibi asla hata yapmamak olaması mümkün değildir, zira bu düşünce insan gerçeğiyle çelişen bir durumdur.<br /><br />Gerçekte insanın insan olması hasebiyle kötü kabul edilen bu hasletlerden tamamen kurtulması mümkün değildir, ama bu kötü hasletleri sürekli kontrol ederek onların kendisine ve amellerine zarar vermesini engelleyecek düzeyde kalmasını sağlayabilir. Kontrol edilebilir haliyle bu duygular insanın hayatı donuk değilde daha coşkun yaşamasını ve insanın çevreyle olan ilişkilerinde daha aktif olmasını sağlarlar.<br /><br />Çeşitli verileri bir mantık örgüsü içinde kıyaslayarak daha sonraki işlemleri için sabitler tespit eden ve bu sabitler üzerinde mantık örgüsüyle karşılaştırmalar yaparak işleyen akıl gerçekte insana vahiy ve ilhamı yani kalbî olanı insanı sarmalayan şartlar uyarınca doğru yorumlayıp bu yorumlar uyarınca bu mesajları somutlaştırması için bahşedilmiş en büyük nimetlerden biridir. Buna karşı akıl insandaki duygular denizinde bir sandal gibidir ve bazı iddiaların aksine insan dediğimiz bütün içinde bu duygulardan bağımsız olması asla mümkün değildir. Bu haliyle akıl insanda kabaran duyguların oluşturduğu hassasiyetler ve geçmiş tecrübeler uyarınca kişiye sürekli neyi nasıl yapması gerektiğini söyler durur. <br /><br />Bu açıdan bakıldığında kinin kuyruğuna takılan akıl, kin duygusunun tatmin olmasına yönelik projeler üretirken, merhamete tabi olan akıl, bu duygunun gereğince projeler üretecektir. Düşmanlık duygusunun kuyruğuna takılan akıl, bu duygu uyarınca projeler üretip düşman kabul ettiğinden gelen her tür iyi mesajı görmezden gelecek veya olumsuz şekilde yorumlayacak ve nihai aşamada düşman bellediğine zarar vermek için proje üreticekken adalet duygusuna tabi olan akıl, bu duygu uyarınca projeler üretip ona göre tavırların belirlenmesine yardımcı olacaktır. <br /><br />Burada bahsedilen elbette üzerine çok düşülmüş saplantı haline gelmiş duygular ve onları bağırlarında taşıyanlar için geçerlidir yoksa sıradan insan genel olarak bu rahmani ve şeytani duyguları aynı anda hisseder ve bu yüzden sürekli olarak yalpa yapar ve çelişkiler içinde yüzer. Bazen hırsıyla hareket ederken bazen kabaran merhameti uyarınca hareket eder. Bazen tamahla hareket ederken bazen kanaatle hareket eder ve bu haliyle işlenmemiş ham bir cevheri andırır.<br /><br />İnsan kendisinin bu durumunu da ancak ciddi bir sorgulama süreci sonunda aklıyla tespit edebilecektir. Ama aklı böyle bir sürecin içine sokabilmek için kişinin çok ciddi bir şekilde sarsılması ve “<span style="font-weight:bold;">kötülüğü emreden nefs</span>” konumundan “<span style="font-weight:bold;">kendini kınayan nefs</span>” konumuna yükselmesi gerekmektedir. Ancak bu şekilde insan aklı, kendi gerçeğini ciddi manada sorgulama gereği duyacaktır.<br /><br />Bu bağlamda da “<span style="font-style:italic;">temiz akıl sahipleri</span>” kavramı da gerçekte rahmani duygular olan “<span style="font-weight:bold;">merhamet, tevazu, ıshar, cömertlik, adalet, kanaat ve hilmi</span>” yani bencilliği değil diğerkamlığı esas alan kimseleri kast etmektedir ve yalnız onlar hayatı yaşarlarken karşılaştıkları sorunlara sufli arzularının oluşturduğu yapmacık hassasiyetleri ile değil de “<span style="font-weight:bold;">el-Hakîmin</span>” rızası doğrultusunda “<span style="font-style:italic;">hikmet</span>” ile çözüm bulurlar. <br /><br />Dolayısıyla biz Hz. Adem'den bu yana rahmani değerlerin taşıyıcısı olarak mesihi misyonu yüklenen müslümanlar, misyonumuzu yerine getirmek için ihtiyaç duyduğumuz kılavuz olan Rahman'ın ayetlerini, bencilliğimizin meyvesi olarak ortaya çıkan ve gözümüzü kör, kulağımızı sağır eden ve bizi sarhoş ederek rahmani hassasiyetlerimizi yok eden “<span style="font-weight:bold;">kin, kibir, riya, haset, cimrilik, düşmanlık, tamah, öfkeyi</span>” değil de insanın kendi hakikatiyle yüzleşmesinin sonucu ortaya çıkan ve kendini bilmesini sağlayan “<span style="font-weight:bold;">merhamet, tevazu, ıshar, cömertlik, adalet, kanaat ve hilm</span>” gibi rahmani hassasiyetleri esas kabul eden akıl ile yorumlamak ve bu yorum uyarınca enfüsten afaka tüm hayatı yeniden şekillendirmek zorundayız. <br /><br />Ancak bu şekilde bize verilen hilafet görevini hakkıyla yerine getirebilir ve yeryüzünü herkes için yaşanır kılabiliriz. Aksi takdirde bencillik ve onun ürünleriyle hareket edenler için hem dünya hayatı hem de ahiret hayatı asla son bulmayacak yakıcı çekişmeler ve çatışmalarla dolacaktır.<br /><br /><span style="font-weight:bold;">Şu halde keskin aklını bencilliğinin kölesi yapanlardan olmayıp diğerkamlığa hizmetkar edenlere ne mutlu!</span><br /></span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-40638036791239135132009-04-26T20:08:00.002+03:002009-11-25T15:09:51.705+02:00Hikayelerin en güzeli ...<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgOh0od1O_-SO5ZQv9wGeqSmGWZ5moOXJekvNr3mz40AjO6f4hTdYcoYVOY6X4XXMoVj2iyOecq2P80iAVziDlTkHN1ziob2dPXJWC05T-es5r_u651Jk-nfXMkrCq4qh9tBLr7edw1B6H2/s1600-h/%C4%B1%C5%9F%C4%B1k.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 200px; height: 150px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgOh0od1O_-SO5ZQv9wGeqSmGWZ5moOXJekvNr3mz40AjO6f4hTdYcoYVOY6X4XXMoVj2iyOecq2P80iAVziDlTkHN1ziob2dPXJWC05T-es5r_u651Jk-nfXMkrCq4qh9tBLr7edw1B6H2/s200/%C4%B1%C5%9F%C4%B1k.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5329048505266287618" /></a>Bilir misiniz hikayelerin en güzelini? Yûsuf ve kardeşlerinin hikayesini! Bilir misiniz onda ne ibretler vardır soranlar için, insana ve hayata dair? Bilir misin kimin oğludur Yûsuf ve kardeşleri? Ve kimdir kendileri? Bilir misin ne geçmişti Yûsuf ve kardeşlerinin arasında? Ve niçin böyle olmuştu? Ve Yâkub'u asıl yıkanın ne olduğunu? Bilir misin Allah'ın daim saflarla birlikte olduğunu ve onları her daim gözettiğini? Ve bilir misin hesapçıların er ya da geç pişman olacaklarını? Ve akıbetin yaşadıkları zorluklara karşın özünü saf tutanların olacağını? <br /><br />Bilirsin Yûsuf ve kardeşleri Yâkub'un çocuklarıydı. Ve Yâkub'un terbiyesiyle büyümüşlerdi. O onları eğitmiş ve büyütmüştü. Fakat hepsine aynı şekilde hakikati belletememişti. Çünkü hakikati idrak etmede iyi bir hoca ve akıldan daha fazlasına ihtiyaç vardı.<br /><span class="fullpost"><br />İhtiyaç olunan iyi bir hoca ve aklın yanında tertemiz bir kalpti. Ve böyle bir kalbe, ancak hayatın tüm hileleri karşısında saf' kalınarak erişilebilirdi. Buda çok büyük bir arınma iradesi isterdi. Ve bu irade de “<span style="font-weight:bold;">Allah diye bir şeyin</span>” var olduğuna bütün benliğiyle “<span style="font-style:italic;">iman edenler dışındakilere çok ağır gelirdi</span>”. Oysa hayatlarını Allah yokmuş gibi yaşayanlar. Veya O'nu hayatlarının sadece bir anına hapsedenler. Yani Allah'ı hayatlarından kovarak “<span style="font-style:italic;">tanrıyı öldürenler</span>” nereden bilsinlerdi. Tertemiz bir kalp nasıl bir şeydi. <br /><br />Bir kalpti sadakat ve ahde vefa ile yıkanmış. Bir kalpti merhamet ve affetmeyle yıkanmış. Bir kalpti ihlas (samimiyet) ve sorumluluk bilinciyle yıkanmış. Bir kalpti zühd ve tevazuyla yıkanmış. Bir kalpti kanaat ve rıza ile yıkanmış. Bir kalpti diğerkamlık ve cömertlikle yıkanmış.<br /><br />Ve bunun sonucu olarak bir kalpti ki kinden ve kibirden arınmış. Bir kalpti riya ve hasetten arınmış. Bir kalpti cimrilik ve düşmanlıktan arınmış. Bir kalpti tamah ve öfkeden arınmış. Bir kalp bencillik ve sonu gelmeyen arzulardan arınmış.<br /><br />Zira bunlardı tüm keskinliğine rağmen aklı kuşatanlar. Ve onu mecrasından çıkarıp hakikati algılayamaz hale sokanlar. Bunlardı insanın dünyaya saplanıp kalmasını sağlayanlar. Ve aklı küçük hesapların hesapçısı yapanlar. Ve insanın ömrünü bu küçük seraplar peşinde heder etmesine neden olanlar. Ve sonuçta insanın pişmanlıklar içinde can vermesinin yolunu açanlar.<br /><br />İşte bu temiz kalbiydi Yûsuf'u kardeşlerinden ayıran. Bu temiz kalbiydi O'nun hakikati, duru ve net bir şekilde hikmetle idrak etmesini sağlayan. Bu temiz kalbiydi O'nu Rahmani nefhaya temas ettiren. Ve bu temiz kalbiydi Yâkub'u da Yûsuf'a düşkün kılan. <br /><br />Yoksa kendi sahtekarlıklarını meşrulaştırmak için peygamberlere sahtekarlık atfedenlerin dediği gibi elbet değildi. Ne Yâkub babası İshak'ı kandırarak peygamberliği almıştı. Ne de Yûsuf sevdiği karısından oldu diye O'nu diğerlerinden ayırmıştı. Zira değil sahtekarların, Yûsuf'un kardeşleri gibi içten pazarlık yapanların bile Rahmani nefhadan nasibi yoktu. Nerede kaldı ki sahtekara peygamberlik verilsindi. <br /><br />Belkide kardeşlerini, Yûsuf'u ortadan kaldırma düşüncesine iten sebep de böyle temiz bir kalbe sahip Yûsuf'a her bakışlarında kendi içten pazarlılıklarını ve böylece sürekli gizlemeye çalıştıkları “<span style="font-weight:bold;">kendilerini</span>” tüm çıplaklığıyla görmeleriydi. Evet tüm çıplaklığıyla görüyorlardı kendi içten pazarlıklı ruh hallerini. Kendi bencilliklerini. Kendi cimriliklerini. Kendi aç gözlülüklerini. Kendi sahtekarlıklarını. <br /><br />Kendi hakikatlerini bu kadar açık gördüler. Aynaya bakıp kendini düzeltenler gibi yapmaları gerekirken, onlar belkide kendilerine verilen en büyük nimet olan aynayı kırmaya kalktılar. Ve zannettiler ki ayna ortadan kalkarsa tüm kusurlar kaybolurdu. Elbette ki kusurlar ve kirler kaybolmazdı. Ama göz görmeyince insan kendini mükemmel zannederdi. Ve bunun sonunda belkide kirler daha da kalınlaşır ve kusurlar daha da büyürdü. Zira insanın gözünü kapamasıyla hakikat yok olmazdı. Ve Yâkub'u asıl yıkan da onların bu aymazlıklarıydı. Bu vurdum duymazlıklarıydı.<br /><br />İşte bu ruh haliyle olsa gerektir ki birbirlerine “<span style="font-style:italic;">Yûsuf ve kardeşi, babamıza bizden daha sevimli, bu bir gerçek. Ama biz de birbirini her hal ve şartta destekleyen bir ekibiz. Şu da kuşkusuz ki, bizim babamız, inkâr edilemez bir şaşkınlık içindedir</span>” dediler. Ve "<span style="font-style:italic;">Yûsuf'u öldürün yahut bir yere götürüp atın ki, babanızın ilgisi yalnız size yönelsin ve bunun ardından tövbe edip barışcıl ve hayırsever bir topluluk haline gelesiniz</span>" diye eklediler. Oysa kıskançlıklarıyla sarhoş olup şaşkınlık batağında bocalayanlar aslen ta kendileriydi. <br /><br />Kıskançlıkları o boyuta varmış gözlerini öyle kör etmişti ki: O keskin akılları tersten çalışmaya ve cürümden sonra tövbe ederek arınacaklarını bile söylecek hale sokmuştu onları. Oysa tövbe etmek demek aslen pişman olmak demekti. <span style="font-weight:bold;">Pişman olmasını bilmeyen, pişmanlıkla sarsılmayan nasıl tövbe etsindi</span>? Ya da ettiği, tövbe miydi?<br /><br />Onlar bu şaşkınlığın içinde yapacaklarını yapıp Yûsuf'u kuyuya attıklarında Yûsuf'a düşen artık sabredip kendini hayatın akışına bırakmaktı. Zira başına gelenler insana hep bir şeyleri öğretmek içindi. Ve insan yaşadıklarından alması gereken dersi alarak kemale ererdi. Zaten dürüst ve erdemli bir hayat yaşayıp yaşamadığımız da başımıza gelenler karşısında gösterdiğimiz tepkilerden anlaşılmaz mıydı? <br /><br />Bilirsin daha sonra Yûsuf'u Mısır'a giden bir kervan buldu. Ve O'nu pek az bir değere Mısır'da Aziz'e köle olarak sattı. Az bir değere sattılar çünkü her şeye parayla baha biçenlerin katında Yûsuf'un sahip olduklarının pek değeri yoktu. Ama akıl sahipleri çok daha sonra anlayacaktı ki Yûsuf ne kadar değerliydi. <br /><br />Onu köle olarak alan O'nun güvenilir biri olduğunu hemen anladı ve ona iyi görevler verdi. Yûsuf büyüdükçe güzelleşti. O güzelleştikçe çevresindekilerin bakışları O'na yöneldi. Ama O iffetin sadece kadınlara has bir şey olmadığını tüm benliğiyle ve örnekliğiyle Züleyha'ya karşı gösterdi.<br /><br />Ama Züleyha için Yûsuf bir hevesin ötesine çoktan geçmişti. O artık onun için sahip olunması gereken bir saplantıydı. Aslında O'nun ki sevgi de sayılmazdı zira seven sevdiğini incitmeyi göze almazdı. Hele ki aşık için maşukun mutluluğu mutluluk vesilesiydi. Bu haliyle Züleyha her istediğine sahip olan ve asla reddedilmeyen ve reddedilmeyi bilmeyen şımarık bir çocuğun ruh halini yansıtıyordu. Ve O'na tuzak kurdu. Amacı O'ndan nefsini tatmin etmekti. <br /><br />Ama Yûsuf'un Allah'a karşı duyduğu derin bağlığın tecellisi olan iffeti ve hele ki kendisini alıp iyi bir şekilde barındıran Aziz'e karşı vefası Yûsuf ile Züleyha arasındaki en büyük duvardı. Ve Züleyha bütün çekiciliğine ve hırsına rağmen onu aşamadı. Aşamadıkça hırçınlaştı ama karşısında dingin bir umman gibi duran Yûsuf bu hırçınlıktan hiç etkilenmedi. Ve sonunda Yûsuf'un gömleğiydi, O'nun masumiyetinin, Züleyha'nınsa hırsının delili. <br /> <br />Sonrada Züleyha yaptığında pek de haksız olmadığını, bunu duyup diline dolayan Mısır kadınlara ispat etmek için onlara ellerini kestirdi. Artık daha da çoğalmıştı Yûsuf'un talibi vede derdi. Bir tarafta Yûsuf'un ayağına zevk ve konfor serildi. Oysa Yûsuf buna karşı çoktan zindanı seçmişti. Zira Yûsuf için asıl olan sadakat ve iffetti. <br /><br />Zindan yılları Yûsuf'un olgunluğunun kemale erdiği yıllardı. Zindan O'nun için adeta medreseydi. O yüzden oranın bir diğer adı da "<span style="font-style:italic;">Medreseyi Yûsufiye</span>"ydi. Ve bir gün ki O Rabbinden gelen her şeyden razıydı. Ki aslında O'nun bu hali Rabbinde O'ndan razı olduğunun deliliydi. Krala bir rüya gösterildi. Bir rüya ki yalnız Yûsuf onu çözebildi. Ve kral Yûsuf'u görmek istedi. Oysa Yûsuf önce asla efendisine ihanet etmediğini ispat etmeliydi. Ve kralın kadınların hilelerini ortaya koymasını istedi. Artık yıllar geçmişti ki Yûsuf'un masumiyeti herkesçe kabul edildi. <br /><br />Ve Yûsuf onca zaman Rabbinin başına açtığı işlerle öğretmek istediğini artık öğrenmişti. Artık bütün benliğiyle yükseltenin de indirenin de O olduğunu bilmişti. Aynı zamanda ağlatanın da güldürenin de. Yine kapıları açanın da kapatanın da. Sevinçten uçuranın da kederden inletenin de. Hile düzenin de hileleri bozanın da. Merhametlinin de zorla tutanın da. Evvelin de ahirin de. <br /><br />Yûsuf'u gören kral hemen Yûsuf'a eminliğine yakışır bir mevki verdi. Yûsuf'ta “<span style="font-weight:bold;">ben peygamberim başta olmak bana yakışır</span>” asla demedi. Adalet üzere iş yapmaya çalışanlara bütün benliğiyle destek verdi. Zira önemli olan başta kimin olduğu değildi. Fakat asıl önemli olan işlerin ne ile yürütüldüğüydü: Kibir mi? Yoksa tevazu mu? Riya mı? Yoksa samimiyet mi? Kıskançlık mı? Yoksa insaf mı? Cimrilik mi? Yoksa cömertlik mi? Tamah mı? Yoksa kanaat mı? Öfke mi? Yoksa akıl mı? Zulüm mü? Yoksa adalet mi? Düşmanlık mı? Yoksa merhamet mi? Yani batıl mı? Yoksa hak mı? <br /><br />Zaten kral Kureyşlilerin Muhammed'den istediklerini de istememişti. Dememişti iktidarı, serveti ve şehveti al ve varlık sebebini ver. O demişti ki varlık sebebinle birlikte gel. Sen öyle güzel öyle anlamlısın. Gerçekte Muhammed'de teklif edilen Yûsuf'a edilseydi. O'da Muhammed gibi reddederdi. Ve onlara karşı zindanı tercih ederdi ki daha önce etmişti. Oysa Yûsuf'a teklif edileni Kureyş Muhammed'de teklif etseydi. Muhammed de elbet o teklifi kabul ederdi. Zira Onlar gözelerini iktidar hırsı bürümüş kral namzetleri gibi asla değildi. <br /><br />Sonra yıllar yılları kovaladı. Ve bir gün ki kıtlık her yeri sarmıştı. Yûsuf'un karşısına kardeşleri geldi. O onları tanıdı fakat onlar O'nu tanımamıştı. Zaten kuyuya atılan Yûsuf nerede kral naibi neredeydi. Yûsuf onlara istediklerini verdi ve bir daha ki sefere kardeşi Bünyamin'i de getirmelerini istedi. Artık Yûsuf hasretinden günleri değil saniyeleri tek tek sayıyordu. Ama bağrını kavuran hasret hemen bitsin de istemedi. Adeta her anı sindire sindire yaşamak istedi. Ve bir daha ki sefere kardeşleri Bünyamin ile geldiğinde dayanamadı. O'na kim olduğunu söyledi. Ve bir oyun düzerek O'nu alıkoydu. Bu aslında vuslatın habercisiydi. <br /><br />Onlar Bünyaminsiz gittiklerinde Yâkub'un kederi derinleşti. Ve gözüne ak düşmüştü. Ve “<span style="font-style:italic;">Ey oğullarım! Gidin Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez</span>” dedi. <br /><br />Ve kardeşleri Yûsuf'un karşısına geldi. Ve O'ndan yardım istedi. Ve Yûsuf'ta “<span style="font-style:italic;">Siz (henüz) cahil kimseler iken Yûsuf ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?</span>” dedi. Zira artık zaman kendini bildirme zamanıydı. Ve kendisinin Yûsuf olup olmadığını soran kardeşlerine “<span style="font-style:italic;">Ben Yûsuf’um, bu da kardeşim. Allah, bize iyilikte bulundu. Çünkü, kim kötülükten sakınır ve sabrederse, şüphesiz Allah iyilik yapanların mükâfatını zayi etmez</span>” dedi. Onlar “<span style="font-style:italic;">Allah’a andolsun, gerçekten Allah seni bize üstün kıldı. Gerçekten biz suç işlemiştik</span>” dedi. Yûsuf'ta “<span style="font-style:italic;">Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir</span>” dedi. Ve böylece onları affettiğini ilan etti. <br /><br />Ve sonra babasını ve diğerlerini getirmeleri için gönderdiği kardeşlerine gömleğini de verdi. Onlar Mısır'dan ayrılmadan vuslat coşkusu Yâkub'u sarmıştı. Yâkub öldüğüne asla inanmadığı kaybettiği oğlunun kokusunu yıllar sonra almıştı. Ve sonunda hasret bitmişti. O hasret ki sabırla çekenleri yüceltmişti. Sebep olanlarsa sonunda pişman olmuşlardı. Ve böylece gerçekten tövbe etme fırsatı yakalamışlardı.<br /><br />Evet başta ne denmişti? "<span style="font-style:italic;">Yûsuf ve kardeşlerinin hikayesinde soranlar için nice ibretler vardır</span>" diye. Ne mutlu yargılamak değilde ibret almak nazarıyla bakanlara baktığında. Ne mutlu yargılamak değilde ibret almak için okuyana okuduğunda. Ne mutlu yargılamak değilde ibret almak için dinleyene dinlediğinde. <br /><br /><span style="font-weight:bold;">Zira yargılayanlar hep kaybetti. Oysa akıbet hep ibret alanlarındı...</span><br /></span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-53256713378208574542009-04-06T14:36:00.003+03:002009-11-25T15:10:26.846+02:00Hangisiyiz?<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhPyCTPl-lsZ3vXAQZ1erbkwL95HXubchC59rf4N7w6QtoCXr9OGk_HKcRgZ-9oCOPeJCbuIY299jDi8VIELvjXW1QQbeOooNW4_gx9kN2jGVHFs9Rolp4djXCDyZ4g1lGANt3glH0Fd3UL/s1600-h/d%C3%BC%C5%9F%C3%BCn+d%C3%BC%C5%9F%C3%BCn3.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 200px; height: 82px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhPyCTPl-lsZ3vXAQZ1erbkwL95HXubchC59rf4N7w6QtoCXr9OGk_HKcRgZ-9oCOPeJCbuIY299jDi8VIELvjXW1QQbeOooNW4_gx9kN2jGVHFs9Rolp4djXCDyZ4g1lGANt3glH0Fd3UL/s200/d%C3%BC%C5%9F%C3%BCn+d%C3%BC%C5%9F%C3%BCn3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5321600984921916978" /></a>İnsanlar bir şeyi anlayabilmek için genellikle onu bildikleri başka şeylerle kıyaslarlar. Bu sebeptendir ki Allah evrensel hakikatleri bize somut örnekler oluşturan kıssalarla anlatır ve sürekli olarak benzetmeler yapar. Bizde böylece her gün yaşayıp durduğumuz bu olayların ardındaki hakikati kavrama ve hiç bilmediğimiz olayları anlama imkanı buluruz. Yaşadığımız hayatı kavrama ve tanımlama açısından da aynı yöntemi ister istemez sürekli kullanıp durmaktayız. <br /><br />Bu bağlamda yaşadığımız toplumu daha iyi kavramak ve ona göre tavır takınmak içinde genel olarak daha önce yaşamış ideal insanların içlerinden çıktıkları ve özelliklerini ve söz konusu kişilerin tepkilerini nispeten iyi bildiğimiz toplumlarla kıyaslayarak bir durum tespiti yaparız. Böyle bir kıyaslama ve kategorisazyon içinde yaşamakta olduğumuz toplumun durumunu ve bu toplum karşısında ne yapmamız gerektiğini tespitte bize çok kolaylıklar sağlar.<br /><span class="fullpost"><br />Bundan dolayı olsa gerektir ki üstat Seyyid Kutup Yoldaki İşaretler isimli eserinde yaşadığımız toplumu Risalet öncesi Cahili Arap toplumuyla özdeşleştirmiştir. Seyyid Kutub'un bu “<em>Cahili Toplum</em>” benzetmesi sebebiyle günümüzde pek çok kimse yaşadığımız çağı Risalet öncesi Cahili Arap toplumuna benzetmekte ve bu kavrayış uyarınca tavır ve davranış geliştirmektedir. <br /><br />Peki yaşadığımız toplum Risalet öncesi Cahili Arap toplumuna ne kadar benzemektedir ve ayrıştığı noktalar nelerdir? Kanaatimce bu sorular asli sorular olarak önümüzde durmakta ve bizden cevap beklemektedir. Bu sorulara cevap verebilmemiz için o dönem toplumunun yapısına bir göz atmamız yerinde olacaktır.<br /><br />Risalet öncesi Arap Toplumu doğru dürüst bir doktrini, düşünce temeli, amacı olmayan insanların günü kurtarma derdinde olduğu bir toplumdu. Doğal olarak böyle bir toplumda da sözlü kültür çok yaygın ve güçlüydü. Sözlü kültürün hakim olduğu bu toplumda sözün en etkin ve kolay anlatım yöntemi olan şiir haliyle duyguların, düşüncelerin, inançların ve daha pek çok şeyin iletiminde çok yaygın olarak kullanılan bir iletişim yöntemiydi. Öyle ki 400-500 yıl önce söylenmiş şiirler bile çok rahatlıkla dilden dile dolaşabiliyordu. Bu da genellikle insanların bir araya gelerek oluşturdukları sohbet ve şiir meclisleri sayesinde gerçekleştiriliyordu. Bu yaşantı tarzı, bünyesinde cömertlik, ahde vefa, yiğitlik, mertlik gibi bazı temel ahlaki ilkeleri barındırmakla birlikte genel yaşam diğer sözlü kültüre sahip toplumlarda olduğu gibi yaygın bir karmaşayı esas alan bir düzen içinde sürüp gidiyordu. <br /><br />Bu doktrinel eksiklik ve sonucu oluşan karmaşık yapı sebebiyle Arap toplumu, içinde pek çok okuma yazma bilen kimse olmasına rağmen genel olarak “<strong>Ümmi</strong>” yani “<strong>okumamış</strong>” bir toplum olarak kabul ediliyordu. Bu haliyle de büyük medeniyetlerin dışında kalmış bir çeşit varoş toplumunu andırıyordu. Bu varoş toplumu yapısı sebebiyledir ki Medine Yahudileri Hz. Peygambere sıklıkla “<em><strong>Sen ümmilerin peygamberisin</strong></em>” diyorlardı. <br /><br />Toplumdaki bu kargaşadan yaratıcı algısı da nasibini almıştı. Toplumdaki “<strong>hanif</strong>” olarak tanımlanan ve Allah'a ibadeti öncelleyen ve ona eş koşmayan kimselerin yanında sıradan putperest Arap toplumu da Allah'ı yaratıcı olarak kabul etmekte buna karşın O'nun yanında başka varlıklara da ilahlık atfetmekteydi. Genel olarak her kabilenin bir ilahı vardı ve bu ilahlara atfedilen “<strong>Allah'a rağmen statüleri</strong>” tam bir kaos arz ediyordu. <br /><br />İşte Hz. Peygamber böyle bir toplumda dünyaya geldi ve hayatların parçalanmış zaman dilimleri içinde sürdüğü bu dünyada, varlığın tek hakikati olan ve kendisine vahyedilen tevhid akidesi uyarınca parçalanmış hayatlar süren insanlara hayatın nasıl bir bütün olarak algılanması ve yaşanması gerektiğini öğretti. <br /><br />Bu toplumda zihinleri en çok karıştıran konu bu ilahlara atfedilen “<strong>şefaat</strong>” yetkisiydi. “<strong>Şefaat</strong>” Allah'ın vahyinin tecellisi olarak Hz. Peygamber'in dilinde reddedilmemiş fakat ciddi bir şekilde düzenlenerek hiç kimsenin Allah'a rağmen şefaat edemeyeceği ve şefaat konusunun tamamen Allah'ın izni dahilinde olacağı şeklinde yeniden yapılandırılmıştır. Bu idrak uyarınca Allah üzerinde hiçbir otoritenin olamayacağı ve hiç kimsenin Allah'a rağmen bir şey yapamayacağı, dolayısıyla asıl razı edilmesi gerekenin Allah olduğu, diğerlerinin de O'nun rızasına vesile oldukları orada değer kazanacakları vurgulanmıştır. <br /><br />Bu toplumun kaos üzerine kurulu bu düzenlerine karşı içinde yaşamakta olduğumuz İslam toplumu bin küsür yıllara dayanan doktrinlere, kati kurallara ve dolayısıyla zahiri düzenlere sahip “<strong>düzenli</strong>” bir toplumdur. Bu toplumda “<strong>şefaat</strong>” dahil pek çok konu yüzyıllarca tartışılmış ve belli doktrinlerce nasıllığı açıklanmış ve güçlü bir düzen içinde toparlanmıştır. Örneğin günümüzde özellikle “<strong>tarikatların</strong>” çokça bahsettiği “<strong>şefaat</strong>” yetkisi her ne kadar cahili söylemle benzerlik arz etse de temelde çok büyük farklılıklar içerir. Söz konusu yetki tarikatlara göre şefaat edecek kişinin Allah'ın izniyle ortaya koyacağı bir yetki olup tamamen kendisinin de takipçisi olduğu Hz. Peygamberin yolundan gidilmesiyle doğrudan bağlantılıdır.<br /><br />Bu haliyle içinde yaşadığımız İslam toplumu daha çok vahyin bizden önceki temsilcisi olan ve günümüzde genel olarak Yahudi dediğimiz Hz. İsa öncesi Beni İsrail toplumuyla büyük benzerlikler arz etmektedir. Zira günümüz Yahudi ve Hristiyan toplumları gibi Hz. İsa öncesi Yahudi toplumu da binlerce yıla varan doktrinleri, kati kuralları, düzen ve tertiplerine ve bunları zahiren koruma hususundaki olağan üstü hassasiyetine rağmen ahlaken yozlaşmış ve dolayısıyla dışardan güçlü ve bir bütün olarak görünmesine rağmen gerçekte içerden çürümüş ve dağılmaya yüz tutmuş bir toplumdu. <br /><br />Bu toplumda dini mesajlar en ince detayına kadar sık elenip ince dokunmuş ve insanlara yol göstermeleri amacıyla uyulması gereken kati kurallar olarak insanların önüne koyulmuştu. Süleyman Mabedi etrafında güçlü bir dini otorite kurulmuş ve bu otorite tarafından insanların kendilerince doğru bir din algısına sahip olmalarını sağlayacak açılımlar yapılmıştı. <br /><br />Bu toplumdaki dini tartışmalar her biri mesaj eksenli yoğun tartışmalar sonucu oluşmuş doktrinler arası tartışmalar olup bir düzen içinde sürüp gitmekteydi. Her tarafın kendisini temellendirdiği bir mesaj ve mantıklı bir akıl yürütme söz konusu toplumda mevcuttu. Bu sebeptendir ki İncilde anlatıldığı üzere Hz. İsa'nın mesajının ne olduğu anlaşılmaya çalışılmaktan ziyade ihtilaflı meseleler üzerindeki görüşleri sürekli olarak sorulup durmuştur.<br /><br />Bu şekilde hiziplerden kurulu bir dini otorite olması, doğal olarak bu çerçevede hizipler arası menfaat paylaşım ağı oluşmasına ve her grubun yapı içerisinde bir yer tutmasına neden olmuştur. Gelenek ve menfaat paylaşımı alimlerde olması gereken “<strong>hakikat</strong>” arayışını perdelemiş ve insanların “<strong>dini</strong>” daha çok kendilerini daha etkin ifade etme ve iyi bir kariyer yapma alanı olarak görmelerine neden olmuştur.<br /><br />Bu toplum, putperest ve dolayısıyla materyalist Roma hakim kültürünün de etkisiyle materyalistleşmiş ve özünde taşıdığı ruhu olan ahlaki yapısını kaybetmişti. Böylece Süleyman'a omuz verip birlikte girdikleri vadideki karıncaları bile haksız yere incitmekten imtina edecek hassasiyete sahip bir ordu kurma iradesi ortaya koyanların çocukları bütün Rahmani hassasiyetini ve dolayısıyla bilgeliklerini kaybetmişlerdir. Onlar için artık değerli olanlar “<strong>dünyalık</strong>” olarak adlandırılan şeyler olurken, din adına ortaya koyulanlar da aslen “<strong>vaziyeti kurtarma</strong>” ve “<strong>geleneğin ihyası</strong>” nevinden faaliyetler halini almıştı.<br /><br />Bu algılayış ister istemez “<strong>aralarındaki kıskançlık sebebiyle</strong>” ayrışan gruplar arasındaki ayrışmanın derinleşmesine ve farklılaşmanın büyümesine neden oldu. Bu ayrışma ister istemez siyasi yapının da dağılmasına ve toplumun Roma boyunduruğu altına girmesiyle sonuçlandı. Bu durum kendileri, insanlara Allah mesajının yaşayan numunesi olmaları ve böylece insanlara rehberlik yapmaları sebebiyle seçilmiş olan toplumda yozlaşmanın büyüyüp derinleşmesine neden oldu. Bu süreç içinde kendilerine yol göstermeye çalışan peygamberlerin (Hz. İmran, Hz. Yahya vs.) kendi ahlaki yapılarını düzeltmeleri ve hayatı kavrayışlarını değiştirmeleri yolundaki tavsiyelerini içeren sesleri, bu yapının kendilerine statü ve servet kazandırdığı köklü fakat farklılaşmış alim topluluklarının ortak direnişiyle boğuldu. Daha sonra bu direnci kırmaya çalışan Hz. İsa'nın o ölü bedenlere hayat veren nefesini de kesmeyi başardılar. <br /><br />Hakikate gözlerini ve kalplerini kapatıp, Yusuf'un kardeşleri gibi malum cürümü işlerken elbette kendilerince tamamen haklı zemin de bulmuşlardı. Yani işi Hüseyni Kerbela'da doğrayanlar dahil tüm haksızlıklarını perdeleyip meşruiyet kazanma derdindekilerde oluğu üzere kitabına gayet güzel bir şekilde uydurmuşlardı. Ama yaptıkları aslında tüm üzerini örtme gayretlerine rağmen, ahlaki çöküntülerinin boyutunu da net bir şekilde ortaya koymaktaydı. <br /><br />Her ne kadar yozlaşmış toplum, değer yargılarındaki sapma nedeniyle cahili toplumun bir versiyonu olsa da özellikleri itibariyle farklı tanımlamayı gerektirir. Bu sebepten günümüz İslam toplumu bana göre yapı itibariyle cahili Arap toplumundan ziyade kendilerinden başkasını imanlı kabul etmeyip kafir olarak gören yozlaşmış Yahudi toplumunu andırmaktadır. Bu da kanaatimce Hz. Peygamberin “siz sinden öncekilerin gittiği her yoldan gideceksiniz” mealindeki hadisinin tecellisidir. <br /><br />Elbette dünyanın başka yerlerinde bu cahili Arap toplumlarının yapısına sahip toplumlar vardır ama İslam toplumu kesinlikle bu yapıya sahip değildir. Bu zannedildiğinin aksine Hz. Peygamberin örnekliğini gölgelemez, fakat onun hayatı ve mücadelesi boyunca yaptığı vurguları daha iyi anlamamıza neden olur. Gerçekte O'nun mücadelesi boyunca Allah'ın Mekke dönemindeki mesajlarının asli vurgusu putperestlik üzerine iken, Medine döneminde vurgu iki yüzlülük ve doğurduğu ikircikli ruh hali ve toplumsal yapıya yönelmiştir. Dolayısıyla Allah'ın Hz. Peygamber'e vahyettiği mesajın vurgusu da Medine hicretten sonra belli bir zamana kadar müşriklerle dolu olduğu halde değişen toplumsal yapı ve karşılaşılan sorunlar itibariyle değişim göstermiştir. Yoksa makul hiçbir insanın yapmayacağı üzere Hz. Peygamber tarafından da her toplumsal yapı ve tavra aynı vurguyla aynı tepki oraya koyulmamıştır. <br /><br />Bu nedenle biz müslümanlara düşen kendi konumumuzu iyi tespit edip, eksikliklerimizi gidermenin yollarını aramak ve böylece insanlık için çıkarılmış vasat bir ümmet olmanın gereğini “<strong>kendini unutmadan</strong>” insanlara “<em>iyiliği emredip kötülükten alıkoyarak</em>” yerine getirmektir. Ancak bu şekilde insanlık kokuşmadan kurtulabilir ve yaratılış amacı olan “<strong><em>hilafet</em></strong>” görevini yerine getirebilir. <br /><br />“<em><strong>Başkalarına iyiliği emredip kendini unutanlardan</strong></em>” olmayıp “<strong><em>arınıp</em></strong>”, “<strong><em>rabbe varan yol tutanlara ne mutlu</em></strong>” </span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-1096647877316929122009-03-20T16:17:00.000+02:002009-07-14T13:22:47.360+03:00Hatırlar mısın?<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhhEzq5yHje16mWa82cx52bbhdDCcaHg8nQ40MnU0jOkKgpFF1G9HdQdJ2D6F8HyGTcTCbvWZsB4GC-xRWM6Yl2O_McMqr5LaGT1ReDRWkh2eBi3-FOTKvzhaFmFG-nQswSZ7zWAv0zbKoM/s1600-h/maske_tipebakya2.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 128px; height: 200px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhhEzq5yHje16mWa82cx52bbhdDCcaHg8nQ40MnU0jOkKgpFF1G9HdQdJ2D6F8HyGTcTCbvWZsB4GC-xRWM6Yl2O_McMqr5LaGT1ReDRWkh2eBi3-FOTKvzhaFmFG-nQswSZ7zWAv0zbKoM/s200/maske_tipebakya2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5315276142243017762" /></a>Hatırlar mısın bilmem bugün Yahudi dediklerimizin bir zamanların İslam toplumu olduklarını? Hani pek çok güzelliklere de imza atmışlardı. Mesela Süleyman'a omuz verdiklerinde. Hani bir ordu kurmuşlardı ya. Vadiye girdiğinde karıncaya “<span style="font-style:italic;">yuvanıza gidin de Süleyman'ın ordusu bilmeden sizi ezmesin</span>” dedirtecek kadar hassas bir ordu. Hatırlarsın değil mi bunu duyan Süleyman'ın gülümseyerek Rabbine hamd ettiğini? Bilmiyorum ondan önce ve sonra haksız yere karıncayı bile incitmekten bu kadar imtina eden böyle hassas başka bir ordu kuruldu mu? Ve hatırlar mısın böyle bir ordu çıkaran böyle bir toplumun sembolü olduğunu Süleyman Mabedinin? <br /><br />Yine hatırlar mısın bu müminlerin çocuklarının zaman içinde nasıl “<span style="font-style:italic;">namazı savsakladıklarını ve heveslerine uyduklarını</span>”? Bu gidişin sonunda da nasıl “<span style="font-style:italic;">kendini (nefsini) ilah edineni gördün mü</span>” Rahmani nefhasının muhattaplarından olduklarını. Ve heveslerinin peşinden koşan diğerleri gibi “<span style="font-style:italic;">aralarındaki kıskançlık sebebiyle</span>” parçalara ayrıldıklarını. Toplumun ileri gelenlerini daim kayırırken suç işlediklerinde garibanını asla görmezden gelmediklerini. Kendileri hata yaptıklarında hoş görülmek istemelerine rağmen başkalarını asla affetmediklerini. Ve nasıl zamanla toplumda bir kayrılanlar sınıfı oluştuğunu. Bu arada Cumartesi yasağını çiğnedikleri günde olduğu gibi zahiren kurallara kati bir şekilde uyduklarını. Buna karşı aslında kuralların koyuluş amacını görmezden geldiklerini. Böylece ihlastan sapıp ahlaksızlık çukuruna düştüklerini. Ve şiddetli sarsıntılarla nasıl sarsıldıklarını. <br /><span class="fullpost"><br />Onlar zannettiler ki ahlaksızlık aslen cinsellikle alakalı bir haldi. Oysa asıl ahlaksızlık hikmeti ve dolayısıyla ahdi önemsememekti. Sonra iyice azdıklarında Allah onları sapkın ama azgın olmayan kullarıyla yokladı. Önce toplumu, sonra bir zamanların hatırasını ayakta tutmak için ayağa kaldırdıkları, fakat sonra neyin hatırası olduğunu unutup kendisini kutsadıkları “<span style="font-style:italic;">Süleyman Mabedini</span>” yıktı. <br /><br />Daha sonra yeniden yurtlarına döndüklerinde de bir daha o yaptıklarını yapmayacaklardı. Süleyman'ın hatırasına ve o muhteşem topluma yeniden hayat vermek için el ele verip o “<span style="font-weight:bold;">Mabedi</span>” yeniden ayağa kaldırdılar. Fakat önceki hastalıklar yeniden nüksetti hem bu sefer Davud ve Süleyman gibi güçlü kral peygamberler de yoktu hani. Yeniden “<span style="font-weight:bold;">bizim</span>” altında saklı duran “<span style="font-weight:bold;">ben</span>” uyandı. Yeniden kurallara uyar görünmenin kurallara uymak demek olduğu sapkınlığı onları çekti. Yeniden seçkinlik saplantısı onları sardı. Ben ateşi yeniden alevlendi.<br /><br />Ama akıllarını başlarına toplasınlar diye Allah onları güçlü başka kullarıyla sıkıştırdı. Bu sıkıştırmanın da etkisiyle bir kurtarıcı beklentisi daha da arttı. Bir kurtarıcı, hani Davud ve Süleyman gibi. Bir kurtarıcı, onlara yol gösterecek. Bir kurtarıcı, onları bütünleştirecek. Bir kurtarıcı, düşmanlarını yok edecek. Bir kurtarıcı, onları muzaffer kılacak. Bir kurtarıcı, böylece onlara izzet verecek. <br /><br />Roma sıkıştırdı. Kurtarıcı beklentisi büyüdü. Sonunda küçük bir kıvılcım dev alevlere döndü. Ama onlarda her arayanın veya bekleyenin düştüğü en büyük saplantıya düştü. Onlar kurtarıcı hakkında öyle senaryolar kurdular öyle şekillendirdiler ki adeta resmettiler O'nu. Oysa onlara düşen lütfun nasıl olması gerktiğini belirlemek değil bizzat onu beklemek ve O'na teslim olmaktı. <br /><br />Rabbin lütfu onlara ön işaretlerle geldi. Önce Zekeriya Meryem'le desteklendi. Gelişiyle önce “Mabette” oluşan gelenek dinini yıktı. Zira doğmadan önce annesi onu “<span style="font-weight:bold;">Mabede</span>” adadı. Doğanın kız olduğunu gördüğünde de adağından caymadı. Oysa “<span style="font-weight:bold;">Mabede</span>” kızlar alınmazdı. Ama Allah adağı kabul etti ve “<span style="font-weight:bold;">Mabedin</span>” kapıları Meryem'e açıldı. Öyle temiz, öyle paktı ki melekler onu selamlardı. Ve bir gün doğuda bir yere gittiğinde. Kutsal Ruh onu selamladı. Ve onu doğacak olanla müjdeledi. Oysa onun eline dahi daha önce hiçbir erkek eli dokunmamıştı. <br /><br />Doğacak olan doğup annesi onu emir uyarınca şehre götürdüğünde annesini ayıplayanlara "<span style="font-style:italic;">Bakın, Allah'ın kuluyum ben. O bana ilahi mesaj bahşetti ve beni peygamber yaptı, ve nerede bulunursam bulunayım beni kutlu ve erdemli kıldı; yaşadığım sürece bana salatı, arınmak için vermeyi emretti; ve anamı saygıyla gözetmemi; ve beni merhametten yoksun bir zorba kılmadı. Bunun içindir ki, doğduğum gün selam benim üzerimdeydi; öleceğim gün ve hayata yeniden döndürüleceğim gün yine benim üzerimde olacaktır!</span>" diyerek ilk önce annesini temize çıkardı sonra kim olduğunu ilan etti. <br /><br />Kendilerinden olan kral Herod O'nu öldürmek için seferber etmişken ordusunu, uzaktan gelen 3 bilge ve 1 Romalı komutan O'nun önünde eğildi. Ve kaçırdılar Mısır'a O'nu ve annesini. Yıllar sonra geri geldiğinde zamanı gelene kadar kimliğini gizledi. <br /><br />Ve artık vakti gelmişti ki O'nu alimiyle cahiliyle herkesin kendilerini vaftiz etsin diye gittikleri ve peygamber olarak gördükleri Yahya “<span style="font-style:italic;">senin elinle benim temizlenmem gerekirken sen mi bana geliyorsun?</span>” sözleriyle karşıladı. Artık görev başladı doğuşu ve bebekken konuşması zaten mucizeydi ama yetmezdi. O mucize göstermiyordu adeta saçıyordu. Bu yaptıkları kimsenin O'nun kim olduğundan şüphesi kalmasın diyeydi. Kısaca sordu “<span style="font-weight:bold;">sizin Mesih dediğiniz ne yapar?</span>”, sonra Mesih'in yapacağını söyledikleri her şeyi yaptı. <br /><br />Fakat onlara asıl mesajını “<span style="font-style:italic;">Sizler yeryüzünün tuzusunuz. Ama tuz tadını yitirirse, bir daha ne ile ona tuz tadı verilebilir? Artık sokağa atılıp ayaklar altında çiğnenmekten başka hiçbir işe yaramaz. Sizler dünyanın ışığısınız. Dağ üstündeki kent gizlenemez. Kimse bir ışık yakıp da onu ölçek altına koymaz. Bunun yerine onu şamdana koyar. Böylece evdekilerin hepsi aydınlanır. Işığınız insanların önünde öyle parlasın ki sağlıklı işlerinizi görsünler ve göklerde bulunan Rabbinizi yüceltsinler.</span>” sözleriyle verdi. <br /><br />Bu mesajla diyordu ki siz yeryüzünün bozuşmasını önleyen kimselersiniz ve öylece davranıp, kendinize çeki düzen vermelisiniz. Ve kim olduğunuzu gizlemeden Allah'ı hayatınızın tam ortasına koyarak <span style="font-weight:bold;">öyle bir hayat</span> yaşamalısınız ki sizi görenlerin Allah'ın varlığından şüpheleri kalmasın ve sizin gibi insanları yarattığı için O'na hamd etsinler.<br /><br />Bu, görünüşü kurtarıp malı götürmeye alışmışların hiç hoşuna gitmedi. Onlar muhtemelen “<span style="font-weight:bold;">nereden çıktı bu herif şimdi?</span>” diye düşünmüşlerdi. O mucizeleri adeta saçtıkça ve insanlar etrafına toplandıkça bu sözde alimler sınıfı O'na karşı savaş açtı. O'nu şeytanın yardımcısı ilan ettiler. Oysa onlar çok iyi bilirlerdi ki şeytan asla vicdanlara hitap etmez ve insanları dürüst olmaya ve adalet, merhamet ve içten bağlılığa (ihlas) çağırmazdı.<br /><br />Fakat O onlara karşı hatırlatmaya devam etti ve şekli kutsayıp amacı göz ardı edenlere dedi ki “<span style="font-style:italic;">Şabat insanlar içindir, insanlar şabat için değil</span>”. Evet insanlar Şabatı ihya etmek için yaratılmamışlardı ama Şabat yasağı insanları bir yere taşımak için var edilmişti aynen “<span style="font-style:italic;">o ağacın</span>” yasak oluşu gibi. Ama kendileri o taşınmak istenen veri hayal dahi edemeyen fakat onu sadece taklit edebilenler için önemli olan yasağın ta kendisiydi. Zira dünyaya böyle saplanıp kalanlar ne bilsindi o taşınmak istendikleri yer nasıl bir şeydi.<br /><br />Kendilerini Allah yoluna adadıklarını iddia edenler gerçekte hakikati görünce onun önünde boyun eğen ve ona bütün benliğiyle destek olan bir fahişe kadar bile olamamışlardı. Ve ölü bedenlere hayat veren Mesih'in nefesi “<span style="font-weight:bold;">kin, kibir, riya, haset, cimrilik, düşmanlık, tamah, öfke, gıybet ve kahkaha</span>” ile taşlaşan kalplere etki edemedi. <br /><br />Çatışma alevlendikçe mucizeleri görüp etrafında toplananlar iş ciddiye binip “<span style="font-weight:bold;">kıymet sahibine</span>” sahip çıkmaları ve böylece sorumluluk almaları gerekince yavaş yavaş onu terk etmişlerdi. Nede olsa bazı pragmatik reel politikçi alimleri basit bir çözüm bulmuş ve “<span style="font-style:italic;">Bir ulusun yok olmasındansa bir kişinin yok olması daha iyidir</span>” demişlerdi. Oysa “<span style="font-style:italic;">O'nun ayağına diken batmasındansa</span>” tüm anlamını kaybetmiş hayatların ve hatta dünyanın yok olması çok daha iyiydi.<br /><br />En son Mesih “<span style="font-style:italic;">onlardaki inkarı sezince kimdir benim yardımcılarım?</span>” diye sorduğunda sadece bir avuç insan “<span style="font-style:italic;">biziz Allah'ın yardımcıları</span>” diyebildi. Ama onların en ileri gelenleri bile Mesih'i tanıdığını “<span style="font-style:italic;">horoz ötmeden</span>” üç kez inkar edecekti.<br /><br />Bu çekişme ve batılda ayak diretme sonunda Mesih, gelmesini bekleyen, yolunu gözleyen ve bunların da ötesinde gelmesi için yüzyıllarca yalvaranlarca önce inkar edildi, sonra terk edildi ve ihanete uğradı. <br /><br />Aslında O onların beklediği Mesih de değildi. Zira O “<span style="font-weight:bold;">ancak doğrular doğru bir hayat tesis edebilir</span>” düsturuyla onlara kısaca “<span style="font-weight:bold;">dünyaya çeki düzen mi vermek istiyorsunuz önce kendinize çeki düzen verin</span>”, “<span style="font-weight:bold;">dünyaya mı hükmetmek istiyorsunuz önce kendinize hükmedin</span>” demişti. Oysaki onlar kendilerini değil diğerlerini hizaya sokacak bir Mesih bekliyorlardı. Nede olsa onlar zaten doğruydu sorun hep diğerlerindeydi.<br /><br />Ne mi oldu bundan sonra? <br /><br />Onlar bununla alemlere örnek olma vasıflarını kaybettiklerinde. Ve azgınlıkta iyice ilerledikleri bir sırada Allah putperest “<span style="font-style:italic;">güçlü kullarını</span>” onların üzerine saldı. Çünkü artık farkları kalmamıştı niçin onları tercih etsindi? Ve o kullarının elleri ve ayaklarıyla aynen Mesih'in tuz meselinde ifade ettiği gibi tadını yitirenleri ezdi geçti. Ve sonra Mesih ile birlikte hayali de yok olan Süleyman dönemi toplumun o kutsal mabedini yıkıp yok etti. Onun yerine putperest mabedi kurdurdu. <br /><br />Belkide bununla bize demek istedi ki O'nun için önemli olanın mekanların varlıklarının devam etmesi değil, onların temsil ettiği değerlerin hayat bulması olduğuydu. O değerler yok olduktan sonra ne o kutsal kabul edilen mekanların nede lanetli mekanların O'nun için bir farkı olmadığıydı. <br /><br />Böylece onlara gösterdi ki onlar O'nun için vazgeçilmez değildi. Ve sonra onların yerine onlardan daha hayırlısını getirdi. Ve “<span style="font-style:italic;">Paran'da insanların üzerine ışıdı.</span>”<br /><br />Evet muhakkak ki biz de O'nun için vazgeçilmez değiliz. Ve bizde O'nun rızasını cezbedecek işler yapmayı terk ettiğimizde. Daha doğrusu O'nu terk ettiğimizde. Ne sahip olduğumuz isimler nede ağzımızdaki ezberler ne de kutsadığımız mekanlar O'nun için bir şey ifade ederdi. <br /><br />Şu halde bu dünyada <span style="font-weight:bold;">doğru ve erdemli</span> bir hayat sürmenin <span style="font-weight:bold;">kıldan ince kılıçtan keskin bir yolda</span> yürüme azim ve hassasiyeti gerektirdiğinin idrakinde olan ve bu idrak doğrultusunda adım atanlara ne mutlu!<br /></span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-35193085889889584092009-03-10T21:27:00.001+02:002009-11-25T15:11:20.896+02:00Biri Dünyaya Geldi!<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgCu9uXzJLBTvMlDYUpReKPc-luRaNl0j1sVAKHxBE-ftmnnOE9_Y2jrh-Hvuie_oQgMJb6mLVftz3hVDDuernQfRgBjxf_caVTeodQbID1XTN5qTJsGMoxR7QtaldsLwk2W05lfzkPWLGq/s1600-h/mescid-i+nebevi2.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 64px; height: 200px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgCu9uXzJLBTvMlDYUpReKPc-luRaNl0j1sVAKHxBE-ftmnnOE9_Y2jrh-Hvuie_oQgMJb6mLVftz3hVDDuernQfRgBjxf_caVTeodQbID1XTN5qTJsGMoxR7QtaldsLwk2W05lfzkPWLGq/s200/mescid-i+nebevi2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5311643231486648098" /></a>Bundan hicri 1481 yıl önce biri dünyaya geldi. Öyle biriydi ki daha doğmadan yetim kalmıştı, daha sonra hangi dala tutunmaya kalktı, kime sarıldıysa elinde kaldı. Önce 5 yaşındayken annesini Ebva'da toprağa verdi. Ardından sarılmaya doyamadığı dedesini. Zengin olmayan ama şefkatli ve onurlu amcası Ebu Talip ona kollarını açtı ve eşi Fatıma kendi çocuklarının saçını taramadan önce O'nun saçlarını taradı. Kendi çocuklarını giydirmeden önce O'nu giydirdi ve O yetimler sultanına anasından sonra ana oldu.<br /><br />Nihayetinde büyümüş gelişmişti, öyle çok matah özellikleri yoktu. Hani en namlı pehlivanı değildi Mekke'nin, en yakışıklısı veya en zengini de değildi, hele en büyük savaşçısı hiç değildi. Ama Mekke vadisinin belki de tüm dünyanın en dürüst ve güvenilir (el-Emin) kişisi kimdir diye sorsan herkes tereddüt etmeden sana onu gösterirdi.<br /><span class="fullpost"><br />Yaşı nihayet 25 idi; dürüstlük, ahde vefa, eminlik dediğin zaman ilk akla gelendi. "Kıymetlinin kıymetini ancak kıymet sahibi olan bilir" sözünü haklı çıkarırcasına kırk yaşlarında güzel, zengin ve Mekke'nin ileri gelen erkeklerinin talip olduğu cennetin dört seyyidesinden biri Hatice onu gördü ve ona bütün benliğiyle bağlandı. O’nun yoluna sadece ömrünü değil bütün varlığını adadı.<br /><br />Nihayet O, 40 yaşında idi ki artık iki yüzlü, bencil, zayıfa karşı zalim, gerçekte kendilerini tanrı gibi gören ama riyakarlığın her türlüsünü yapan insanlar ile bir arada yaşamak dayanılmaz geldi kendisine. Ve dört çocuklu evli barklı bir adam olduğu halde günlerce şehirden uzaktaki hira mağarasında kainatı, toplumunu, yaradanı ve bunlar karşısındaki kendini konumunu düşünerek günlerini geçirdi. Bu çektikleri kutlu bir doğumun sancılarıydı. Dünyada olduğu sürece bu süreçteki ve sonraki süreçlerdeki en büyük dayanağı annemiz Hatice'ydi. Ona asla "Evli barklı adamın ne işi var Allah'ın dağında" demedi. Ve O kendini daha iyi hissetsin diye O'na yemek taşıdı ve ona destek oldu.<br /><br />Ve nihayetinde gözü hakikate açıldı ve kendisine "Oku! Yaradan rabbinin adıyla!" dendi. Ve indi Hira’dan titreyerek beni örtün beni örtün diyerek… Kendine geldiğinde yaşadıklarını o can yoldaşına anlattığında can yoldaşı O'na kendisinden bile önce inandı. Ve dedi ki "sen akrabayı gözetir, yoksula bakar, insanlara zor zamanlarında yardım edersin ve onlara hiç kimsenin veremeyeceğini verirsin, Allah da seni utandırmaz".<br /><br />Artık O eski Muhammed dünya da eski dünya değildi. Artık sadece kendi içinde yaşayan değil aynı zamanda örnek olandı. Artık Haktan yana saf oluşturandı. Yıllarca durmadan usanmadan insanları kendi gerçekleriyle yüzleşmeye, ve gerçek manada insan olmaya çağırdı. Buna karşılık insanlardan düşmanlıktan başka bir şey görmedi, kah taşladılar O’nu kah üzerine pislik attılar, kah kaş göz işaretleriyle dalga geçtiler onunla kah yoluna diken serdiler. Ama O insanları Hakka çağırmaya ve Haktan yana açtığı safı güçlendirmeye devam etti.<br /><br />Yanındakiler O'nun hakikatine bigane kalmışken uzaklardan birileri O'na kucak açtı. O'nu bağırlarına bastılar. Ve dediler ki "biz ölmeden seni kimseye teslim etmeyiz, dünya üzerimize de gelse!" Ve böylece ona sahip çıkarak onun sahabesi oldular.<br /><br />Ve O'nu ne Bedir'de ne Uhud'da nede bütün Arap yarımadasının üzerlerine geldiği gün olan Ahzab'da (hendekte) asla yalnız bırakmadılar. Ve onunla birlikte kovulduğu şehri fethettiklerinde O'nun verdiğinden fazlasını talep etmediler. Çünkü onlar için O'nun yanlarında olması ve onun yolunun hizmetkarı olmak tüm dünyanın sultanı olmaktan daha büyük bir zevk ve saadetti.<br /><br />O refik-i alaya (yüce yoldaş) varıncaya kadar, kimsesizlerin kimsesi, sahipsizlerin sahibi oldu ve hiç kimseye ne yan gözle baktı ne de göz ucuyla… Bakarken bütün gövdesiyle döndü.<br /><br />Şairin* dediği gibi:<br />"dönünce bütün gövdesiyle döndü<br />bir bu anlaşılabilseydi son yüzyılda<br />bir bilinebilseydi<br />nedir veçhe!"<br /><br />Şu halde, O'na ümmet olmanın O'nun yeniden hatırlattığı yolu yine O'nun ardı sıra adımlamaktan geçtiği bilinciyle doğrulan ve dönünce bütün gövdeleriyle dönebilenlere ne mutlu.<br /><br />Ve salat ve selam olsun O'na, O'nun ehli beytine, Aline ashabına etbanıa…<br /><br />*İsmet Özel </span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-6592659207415659035.post-20068187254656954742009-02-02T14:38:00.001+02:002009-11-25T15:12:09.111+02:00ALLAH’IN KÖLESİ VE ELÇİSİ*<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgf9hEGGWaKSYKgHKbCoC0km36ncHCPVErt7Jp8GSimVSDQu3NA3QkY2I65YNxq5j-bndYYjq9Su4ZbIuNAi72tjfHmala7R7HGGTJC-iROzgnPVGokyrYIdxNh7VNO-_Z5dGtic8lonoxL/s1600-h/deserts_004.jpg"><img style="margin: 0pt 10px 10px 0pt; float: left; cursor: pointer; width: 200px; height: 125px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgf9hEGGWaKSYKgHKbCoC0km36ncHCPVErt7Jp8GSimVSDQu3NA3QkY2I65YNxq5j-bndYYjq9Su4ZbIuNAi72tjfHmala7R7HGGTJC-iROzgnPVGokyrYIdxNh7VNO-_Z5dGtic8lonoxL/s200/deserts_004.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5308971592681530546" border="0" /></a>İnsanoğlunun bir önderi, rehberi bir “örnek insan”ı algılama hususundaki en büyük engeli yine <span style="font-weight: bold; font-style: italic;">kendisidir</span> zira çoğu kere önder, rehber, kılavuz edindiğini iddia ettiği kimseleri oldukları gibi değil de kendi arzularının izdüşümü olacak şekilde zihninde idealize ettiği<span style=""> </span>şekilde algılar.<span style=""> </span>Bu kısır döngüden kurtulabilmek oldukça güç olmakla birlikte imkansız da değildir.<span style=""> </span><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm 0cm 0pt; line-height: 13.3pt; text-align: justify;"> </p><p> </p><br /><br /> <p class="MsoNormal" style="margin: 0cm 0cm 0pt; text-indent: 14.15pt; line-height: 13.3pt; text-align: justify;">Bu kısır döngüden kurtuluşun yollarından biri ayette “<span style="font-weight: bold;">kendini kınayan nefs</span>” ifadesiyle işaret edilmiş olan yoldur. İnsan ancak bu şekilde rehbere atfettiği özelliklerden hangisinin gerçekten o rehberden kaynaklandığını neyinse kendi gizlediği aruzlarının, örtülü ideallerinin tecellisi olduğunu anlayabilir ve böylece o rehberi daha iyi anlayıp kendini bu anlayış üzere daha iyi konumlandırabilir.<br /></p><p> </p><span class="fullpost"><br /><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm 0cm 0pt; text-indent: 14.15pt; line-height: 13.3pt; text-align: justify;">Bu bağlamda biz Müslümanların biricik rehberleri, önderleri, kılavuzları Hz. Muhammed’dir (s.) ve O’nu doğru bir şekilde anlamak ve bu anlayış üzerine kendi hayatımızı yeniden şekillendirmek biz Müslümanlar için olmazsa olmazdır. Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.) kendisini tanıttığı şekilde nasıl bilebileceğimize geçmeden önce nasıl bilmememiz gerektiğine değinmek yerinde olacaktır. Hz. Peygamberin “<span style="font-weight: bold;">sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz</span>” mealindeki buyruğu hasebiyle bir Peygamberi nasıl bilmememiz gerektiği hususunda bizden önceki toplumları oluşturanlardan öncelikle Beni İsrail sonra da Hıristiyanların peygamber algılarına göz atmak faydalı olacaktır.<br /></p><p> </p><br /><br /><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm 0cm 0pt; text-indent: 14.15pt; line-height: 13.3pt; text-align: justify;">Beni İsrail için peygamberlerin temelde iki rolü vardır: Peygamberler Beni İsrail için “örnek alınacak ve kendilerine bakılarak tavır, davranış ve duruşlar düzenlenecek örnek insanlar” olmaktan ziyade toplumsal, siyasi önderlerdir ve bu vasıflarıyla üst irade olan Allah ile iletişimi sağlamakla ve pazarlıkları yürütmekle de görevlidirler. Bu sebepten dolayı sürekli olarak “Rabbine sor, Rabbine de, Rabbin ve sen” gibi ifadeler kullanmakta ve kendilerini bu iletişimde üçüncü şahıs gibi görmektedirler.<br /></p><p> </p><br /><br /><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm 0cm 0pt; text-indent: 14.15pt; line-height: 13.3pt; text-align: justify;">Hıristiyanların peygamber algılayışları çok karmaşık ve çarpıktır. Onlar Hz. İsa’yı bir peygamber olarak algılamaz, O’nu Babanın (Tanrının) oğlu veya yeryüzüne inmiş şekli olarak görürler. Bu haliyle artık onu örnek almak biz günahkar ölümlüler için söz konusu bile değildir zira bu algılayışa göre O yüce tahtında oturan insan üstü bir varlık bizse günaha gömülmüş ve kurtulması mümkün olmayan ölümlülerizdir. Ama neyse ki O bazı seçkinlerle iletişim kurmuş ve onlar aracılığıyla bize mesajlar göndermiştir ve bu mesajların temelini de İsa’yı (a.s) bir örnek, bir rehber edinme gereği değil de İsa’ya (a.s) tanrısal bir varlık olarak tapma gereği tesis etmektedir. Bu yanılsamada Hz. İsa’nın yozlaşmış Yahudi toplumuna Mesihliğini kanıtlamak için doğumu öncesinden dünyadaki son anına kadar mucizeler göstermesinin ve bunun daha sonradan Hıristiyan olan Yahudi dışı putperest toplumlardaki tanrı tiplemeleriyle örtüşmesinin (zira putperest bir zihin bu mucizeler karşısında çok tabi bir şekilde “bunu yapsa yapsa ancak bir tanrı yapabilir” diye düşünür) elbet bir rolü vardır ama yine de asıl sorun “parmağın işaret ettiğine değil de parmağa bakanların kendilerindedir”.<br /></p><p> </p><br /><br /><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm 0cm 0pt; text-indent: 14.15pt; line-height: 13.3pt; text-align: justify;">Her iki örnekte de görüldüğü üzere asıl vurgu peygamberlerin “insanların kendilerine çeki düzen vermek için örnek alacakları örnek kişilikler” olduklarından ziyade, bireyle çok fazla ilgisi olmayan toplumsal kişilikler olduğunadır.<br /></p><p> </p><br /><br /><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm 0cm 0pt; text-indent: 14.15pt; line-height: 13.3pt; text-align: justify;">Bu algılayışların İslam toplumlarındaki temsilcileri de bu kadar bariz olmasa da benzer algılayışları ortaya koymuş ve Hz. Muhammed’in (s.) duruşu, tavrı ve davranışları örnek alınarak insanların tüm duruş, tavır ve davranışlarının düzenleneceği örnek kurtuluş rehberi olma özelliğinden ziyade ya O’nun toplumsal rolüne yada manevi makamına vurgu yapmışlardır.<br /></p><p> </p><br /><br /><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm 0cm 0pt; text-indent: 14.15pt; line-height: 13.3pt; text-align: justify;">Onu bir kurtuluş rehberi olarak görmekten ziyade bir toplumsal lider yada bir çeşit sultan gibi görenlere göre O’nun mücadelesi, 20. yüzyılında bolca görüldüğü şekilde bir ideolojinin şekillendirdiği iktidar mücadelesi halini almış ve attığı her adım buna göre yorumlanmıştır. Oysa O ne uzlaşılması mümkün olmayan devrimci bir lider ne de hedefine varmak için kullanmayacağı adam ve imkan olmayan pragmatist bir liderdi. O asla vazgeçemeyeceği ilkeleri (hak ve adalet) olan bununla birlikte bu ilkelerde uzlaştıktan sonra insanları ila Müslüman olmaya zorlamayan karizmatik bir insandı. Bu bağlamda ne O’nun çevresindeki hak hukuk bilmez vicdansızlar O’na reddettiği “liderlik, kadın veya parayı” teklif ederken O’na “biz seni olduğun gibi kabul ediyoruz” dediler, ne de O çevresindeki hak hukuk bilmez vicdansızlarla yürüttüğü çatışmasını sadece müşrik veya başka dine mensup diye hak hukuk gözetenleri veya temel haklara saygı gösterenleri de içine alacak şekilde genişletti. Çünkü O’nun sistemle olan çatışması temelde birbirinden farksız olanlar arasında vuku bulan zoraki bir iktidar mücadelesi değil ama hayata taban tabana zıt noktalardan bakan dolayısıyla adalet ve zulüm kavramlarını tamamen farklı görenlerin ve bu görüş uyarınca hayat tesis etme mücadelesi verenlerin kaçınılmaz çatışmasıydı ve asıl çatışma aracı da kılıçlardan ziyade ortaya koyulan yaşam pratikleriydi.<br /></p><p> </p><br /><br /><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm 0cm 0pt; text-indent: 14.15pt; line-height: 13.3pt; text-align: justify;">Bunun en güzel örneği Müslümanların Yesrib’e hicretlerinin hemen ardından Peygamber Efendimizin Ensar ve Muhacir Müslümanları temsilen Yesrib toplumunu oluşturan müşrikler, Yahudiler ve diğer toplum üyeleriyle akdettiği Medine vesikası ve bunun sonucunda ortaya koyduğu pratiktir. Bu pratik uyarınca Hz. Peygamber Mekkeli müşriklerle çatıştığı halde Medine’deki müşriklerle çatışmamış, fikir mücadelesinin de ötesinde ortaya koyduğu dürüst, temiz ve asil pratiğiyle onların gerçekleri kavramalarının yolunu açmıştır. Yine Hudeybiye’de müşriklerle asıl derdinin onları yok etmek değil de sadece kendilerini oldukları gibi kabul ettirmek olduğunu ispatlamış ve Mekke’nin fethi sonrası kendiliğinden Müslüman olanlar dışında Mekkelileri Müslüman olmaya teşvik etmiş ama asla zorlamamıştır, zira O’nun getirdiği şeyin ve ortaya koyduğu pratiğin doğruluğundan ve “hakkın batılı yok edeceğinden” hiçbir şüphesi yoktu ve kendisi bu pratik karşısında vicdan sahibi herkesin er yada geç gerçeği göreceğinin bilincindeydi. Bununla birlikte O’nun insan suretiyle dolaşan vicdansızların hatırı sayılı bir miktarda bulunduğu ve bunların da sadece demirin gücünden anladığının bilincinde olmadığı tabi ki düşünülemezdi. Bunlarla zamana ve zemine göre dürüstçe ve gerektiği şekilde elbette mücadele etti.<br /></p><p> </p><br /><br /><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm 0cm 0pt; text-indent: 14.15pt; line-height: 13.3pt; text-align: justify;">Onu bir kurtuluş Rehberi olarak görmekten ziyade Hz. İsa (a.s) O’nun getirdiğinden başka bir şey getirmemişken Hıristiyanların İsa algılayışlarıyla yarıştıran ve tabiri caiz ise “İsa bunu yaptıysa Muhammed ne yapmaz” mantığıyla O’nu olmadık şekillere sokanlar da O’nu insan olmaktan çıkarıp başka bir hale ve dolayısıyla insanlar için örnek alınamaz bir şekle soktular. Oysa “yeryüzünde sakin sakin dolaşan melekler” yoktu ki peygamber de bir melek ve insan dışı başka bir varlık olsundu. Bu algılayışa sahip olanlara göre O milletin anlayamayacak olması sebebiyle söyleyecek olduklarının ancak bir kısmını söyledi ve sırlarını kimilerine göre Hz. Ali’ye kimilerine göre Hz. Ebu bekir’e bildirdi ve böylece göçüp gitti. Diğer sözleri ise hakikati kavrayamayanların günlük işlerini idare edecek sözlerdi.<br /></p><p> </p><br /><br /><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm 0cm 0pt; text-indent: 14.15pt; line-height: 13.3pt; text-align: justify;">Bu “giz” merakı gerçekte insanın en önde gelen meraklarından biridir<span style=""> </span>ve bu merak sebebiyle insanlar insanlık tarih boyunca nice masallar, efsaneler uydurmuşlardır. Bu düşünce erbabının bu şekilde düşünmesinin temelinde yatan asıl düşünce de hakikatin bu kadar yalın bu kadar basit bu kadar aşikar olamayacak oluşudur. Bu düşünceye göre hakikat karmaşık, esrarengiz vs. olmalıdır ki herkes anlayamasın ve böylece bir cazibe noktası oluşsun. Oysa kanaatimce genel olarak insanların anlayamadığı ve kabul edemediği ve kaldıramadığı tek şey hakikatin bu kadar yalın, bu kadar açık ve bu kadar basit oluşudur. Ve bu sebepten dolayı Hz. Ali “ilim bir noktaydı, cahiller onu çoğalttı” buyurmuştur.<span style=""> </span><br /></p><p> </p><br /><br /><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm 0cm 0pt; text-indent: 14.15pt; line-height: 13.3pt; text-align: justify;">Bu basit hakikat de Hz.Peygamber’in(s.) ağzından dökülen “ben Allah’ın kölesi ve elçisiyim” sözünde ifade edilmiştir. Burada “kul” kelimesini özellikle kullanmadım çünkü “kul” kelimesi asıl anlamı olan “köle”den iyice ayrılmış ve kendisine bir mistik hava katılmıştır. Oysa Hz. Peygamber bunu en yalın haliyle kastetmiş ve böylece ifade etmiştir. O insanları asla özgür olmaya da çağırmamıştır zira yaşamak için hava solumaya, su içmeye ve yemek yemeye muhtaç olan bir varlık için “özgür” olmak ancak bir yanılsamadır. O insanları kimin köleliğini yaptıklarını idrak etmeye ve diğerlerinin efendiliklerini reddedip yalnız Allah’ın kölesi olarak kendilerini kurtarmaya çağırmıştır.<br /></p><p> </p><br /><br /><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm 0cm 0pt; text-indent: 14.15pt; line-height: 13.3pt; text-align: justify;">Bu hakikat uyarınca O, Allah’ın insanlara mesajlarını ileten elçisi olmanın ötesinde ve öncesinde bizzat bu mesajın yaşan numunesi olarak Allah’ın “azat kabul etmez” sadık bir kölesiydi ve bu köleliği ancak O’nun yarattığı diğer varlıklara özellikle de insanlara hizmet ederek yerine getirebileceğinin bilincindeydi. Gerek sıradan bir birey olarak gerekse toplumun lideri olarak ortaya koyduğu tüm pratikleri de bu köleliği hakkıyla ifa edip efendisinin rızasını kazanmaya matuf hareketlerdi. O insanların gözünü bu hakikate açmak için bütün hayatını ve servetini harcamış, ve ömürleri kendilerinin efendi oldukları izlenimi vermeye çalışmakla geçtiği için O’nun “kralın çıplak olduğunu” vurgulayan bu çağrısını hazmedemeyenlerin nice eziyetlerine göğüs germiştir. Bir köle olarak efendisinin rızasını kazanmak için eline geleni adeta saçmış, cebinde para varken asla uyumamış, bu yolda harcadıklarını kar, elinde tuttuklarını kayıp bilmiş ve insanlara efendilerine nasıl daha iyi kölelik yapabileceklerini bu şekilde göstermeye çalışmıştır. O’na sahip çıkarak ashabı olma şerefine erenlerden kimi daha çok, kimi daha az bir şekilde de olsa bu hakikati idrak etmiş ve O’nun önderliğinde hep beraber tesis ettikleri hayatı devam ettirmeye gayret ederek insanlığa yeni bir soluk getiren kurtuluş reçetesi sunmuş ve Atlas okyanusundan Çin seddine “dileyen kullara kul olmaktan kurtulup yalnız Allah’a kul olsun” diye gâh yürümüş gâh at koşturmuşlar ve bu uğurda gâh göz yaşı, gâh ter, gâh kan dökmüşlerdir.<br /></p><p> </p><br /><br /><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm 0cm 0pt; text-indent: 14.15pt; line-height: 13.3pt; text-align: justify;"><span style="letter-spacing: -0.25pt;font-family:Tahoma;font-size:10;" >“</span>Özgür olmak<span style="letter-spacing: -0.25pt;">”, “</span>birey olmak<span style="letter-spacing: -0.25pt;">”, “</span>kendin olmak<span style="letter-spacing: -0.25pt;">”</span> gibi modern balonların havalarda uçuştuğu çağımızda muhtaç olduğumuz temel kavrayış, Hz. Peygamberin ve O’nun ashabının hayatlarıyla ortaya koydukları bu <span style="letter-spacing: -0.25pt;">“</span>kölelik<span style="letter-spacing: -0.25pt;">”</span> kavrayışıdır. Ve ortaya koymamız gereken yegane mücadele de bu “<span style="font-weight: bold;">kölelik</span>” kavrayışı temelinde, kendilerinin efendi oldukları izlenimi vermek için yapmadıklarını bırakmayan diğer “kölelerden” tamamen farklı bir hayat tesis etme mücadelesi olmalıdır zira O’nun pratiği bize göstermiştir ki İslam “<span style="font-weight: bold;">kültürel</span>” olmaktan ziyade “<span style="font-weight: bold;">pratik</span>” bir olgudur ve hakikat <span style="letter-spacing: -0.25pt;">“</span><span style="font-weight: bold;">Allah’a sözün güzeli ulaşır, onu da övgüye layık pratikler ulaştırır</span><span style="letter-spacing: -0.25pt;">” </span>ayetinin tecellisidir.<br /></p><p> </p><br /><br /><p style="font-weight: bold;"><span style=";font-family:Tahoma;font-size:100%;" >Sözün sonu da O’na, O’nun Ehli Beytine, âline, ashabına, etbaına sonsuz salât ve selâm’dır!</span></p><p style="font-weight: bold;"><span style=";font-family:Tahoma;font-size:100%;" ><span style="font-size:85%;"><span style="font-weight: normal;">* Bu yazı daha önce Umran dergisinde yayınlanmıştır.</span></span><br /></span></p> <br /></span class="fullpost">AmaTThttp://www.blogger.com/profile/05833320425856627685noreply@blogger.com0