Bir şehir düşünün kamplara bölünmüş. Bir şehir düşünün yüzyıllık kinler ve savaşlarla sarsılmış. Bir şehir düşünün acılar insanların bütün benliklerine işlemiş. Bir şehir düşünün ki sakinlerinin sakinlikten uzak. Ve kimse yarınından emin değil. Bir şehir düşünün küçük bir tartışmanın yüzyıllık kan davalarına dönüştüğü. Bir şehir düşünün ön yargıların yüce dağlardan daha yüksek olduğu. Bir şehir düşünün dostluk bir anlamını yitirmiş bir kelime olduğu. Ve iki kişiyi ancak menfaat birliğininin bir araya getirdiği.
İşte Yesrib de böylesi bir şehirdi. Belki de o bölge için bereketli sayılabilecek toprakları olmasaydı hiç kimse orada durmazdı. Birbirlerine güç yetirebilselerdi herhalde yine her şey çok farklı olurdu. Ya kimi kimini kovardı, yada kimi kimini köle ederdi. Tarih boyunca hep birbirlerini yemişler ama birlerini yenememişlerdi. Bir birleriyle didişip durmuşlar ama bir türlü birbirlerine güç yetirememişlerdi.
On beşbin kişilik kalabalığın doldurduğu evler yığını olan bu şehir, gerçekte hiç bir zaman bir şehir olamamıştı. Kendisini birleştirecek ve kimliğini verecek en azından bitmek bilmez kavgalara son verip yaşanılacak bir yer olmasını sağlayacak bir bakış açısına ne kadar da muhtaçtı.
Ve derken bir hac günü o bölgede ki pek çokları gibi Yesribliler'den de “gücü yeten ve ona yol bulan” bir grup İbrahim'in çağrısına kulak vermişlerdi. Ve dünyada yapılan ilk mabedin hatırasını ziyarete gelmişlerdi. Gerçi bu ziyaretler pek çoğu için sadece foklorik ve kültürel bir gezindiydi. Ama binler yine de gelmişlerdi. Yesriblilerin dikkatlerini panayırda çadır çadır dolanıp kendisine omuz verecek vicdanı uyanık birilerini arayan bir “mecnun” çekmişti. Onu dinledikçe söylediklerinin pek de “mecnun” işi olmadığını da farketmişlerdi.
Bu sesin sahibi, işi gücü insanların duygularını sömürmek olan ve onları sürekli tahrik ederek kendilerine yol ve menfaat bulan “demagog” ve “ajitatörlere” hiç benzemiyordu. O insanlara vicdanlarının zaten söyledikleri şeyleri söyleyip onları “insan” olmaya çağırıyordu.
Mesajında vicdanlarını susturmaya çalışanlar dışındakilerin kayıtsız kalamayacağı çok sade fakat cazibeli bir yön vardı. Söylediklerini duyan hiç kimse bunlar yalan veya yanlış diyemiyordu. Sadece vicdanına kulak tıkayanlar “bunlar eskilerin masalları” diyerek O'nu hafife almaya çalışıyorlardı. Oysa O “eskilerin masallarını” çok başka bir açından anlatıyor ve abartıya boğmuyordu. O sadece hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor ve insanı vicdanıyla baş başa bırakıyordu.
Yesribliler'den bir grup diğerlerine “bu sakın Yahudilerin sürekli bahsedip durduğu olmasın” diye sormaktan kendilerini alamadı. Olur muydu olurdu. Bir başkası “biz Ona Yahudilerden önce tabi olalım da bize karşı hiç bir kozları kalmasın” diyordu.
Derken O'nunla özel olarak görüştüklerinde, oturup kalkmasından, konuşup susmasından O'nun “O” olduğu hususunda hiç bir şüpheleri kalmamıştı. Ve O'na tabi olduklarını bildirip yanlarına bir eğitmen vermesini ve onları bir sonraki seneye beklemesini istemişlerdi. Buna birinci AKABE biyatı dendi.
Zaman zaten su gibi akar geçerdi. Nice yiğitlerin ve nice güzellerin suyunu sıkar posasını bir kenara atardı. Yine öyle oldu ve göz açıp kapayıncaya kadar bir sonraki sene geldi. Bu sefer çok daha kalabalıklardı. Zira Mus'ab kişiliğiyle onlara örnek olmuş ve Yesrib'de Medine'nin tohumlarını atmıştı.
AKABE'de ikinci kere toplandıklarında “gel! seni çocuklarımızı koruduğumuz gibi koruyacağız!” demişlerdi. Ve gerek Uhud'da gerek bütün grupların toplanıp onları boğmaya geldiği “ahzap” günü bu sözlerinde durduklarına tarih şahitti.
Artık yeni mekan belli olmuş Allah “yol yürümek” yeni bir “hayat kurmak” gayretinde olanların yollarını açmıştı. Ve yavaş yavaş vicdanlarına kulak verenler Yesrib'in yolunu tutmuştu. Yanında “yoldaşıyla” kendisini boğmaya çalışan şehirden ayrılırken bile o şehirde kendine güvenenlere karşı yüklendiği sorumluluğu ihmal etmedi. Oysa “sizden yalanlamadan ve ihanetten başka bir şey görmedim” diyebilirdi. Ve bütün emanetleri alıp götürebilirdi. Veya onları oracıkta bırakıp kaçabilirdi. Oysa O ardında, yatağında “vekilini” bıraktı. Vekili de hiç bir korku ve endişe duymadan O'nun yatağına girdi. Ve bütün görevlerini hakkıyla yerine getirdi. Çünkü O'nun vekili ancak öyle biri olabilirdi.
Derken “yoldaşıyla” Yesribe geldi. Ve ilk iş olarak Yesrib'de yaşayan bütün gruplarla bir anlaşma yaptı. Artık müslüman-putperest, arap-ibrani herkes kendi işine bakacak kimse kimsenin kuyusunu kazmaya çalışmayacaktı. Böylece insan gibi geçinip gideceklerdi. Bu birilerinin zihnindeki gibi güç kazanana kadar bir ara dönem değildi. Böyle diyenler ancak kendi bozuk niyetlerini kusarlardı. Zira kendileri olsa öyle yaparlardı. Oysa O “el-Emin” olandı. Ve O asla ikircikli bir ruh halinde olmadı. Hayatının hiç bir döneminde asla kuzey derken güneyi kast etmedi. Ama kardeşçe yaşamak ne kadar da zordu. Hele çatışmadan beslenenler için asla kabul edilemezdi.
O kimseyle ne putperest diye ne de Yahudi diye asla savaşmadı. Çünkü on beşbin kişilik şehirde müslüman topu topu bin beş yüz kişiydi. Üçte biri Yahudi gerisi de Putperestti. Onun savaştıkları O'na yaşam hakkı tanımayanlardı. Ve kendini boğmaya çalışanların gardını düşürdükten sonrası O'nun için “haddi aşmaktı”. Ve ondan sonrası “bugün hiç bir başa kakma ve hor göme yoktur” sözünde saklıydı.
Ve sonra Yesrib'de bir mescid ve bir de pazar yeri tesis etti. Onun mescidi bizim tapınaktan bozma camilerimize hiç benzemezdi. O'nun mescidi tapınma mekanı değil fakat ibadet eksenli bir buluşma mekanıydı. İnsanlar orada birbirleriyle buluşur ve bilişirlerdi. Kim hasta kim aç, kim zengin kim muhtaç. Yoksa orada tapın ve kaç diye bir şey yoktu. Çünkü Alemlerden Münezzeh olanın bizim tapınmamıza ihtiyacı yoktu. Fakat bizim “insan” olmak için O'na ihtiyacımız vardı.
O'nun mescidinde kimsesizler kendilerine sahip çıkacak kimseleri bulurlardı. Yaralılar O'nun mescidinde yaralarına merhem bulurlardı. Açlar O'nun mescidinde karınlarını doyururlardı. O'nun mescidinde dertliler dertlerine derman bulurlardı. Onun mescidi yurtsuzlara yurt olurdu. O'num mescidi zamanla Yesribin kalbi oldu ve O kalp ne kadar güçlü atarsa Yesrib de o kadar “ruh” kazandı. Ve o kadar MEDİNE oldu.
Dedik ya bir de pazar açmıştı. Bu pazarda yer, köşe kapma veya tutma yoktu. Erken gelen istediği yere yerleşirdi. Böylece kimse kayrılmadı ve kimsenin kayrılmasına da müsaade edilmedi. Bu toplumu dinamikleştirdi. Kimse bu devran böyle gelmiş böyle gider diyemedi. Bende çalışırsam gayret sarfedersem bende bir şeyler yapabilirim derdi. Bunu diyemeyenler ve itibar isteyenler bu pazar yerinden kurtulmak istedi. Ve oraya ateşe verdi. Bunun üzerine daha büyük bir mekan pazar yeri olarak seçildi.
Bu pazarda malları büyük küçük diye ayırıp ayrı ayrı satmak da yoktu. Böylece herkes hepsinden yiyebilsindi, alabilsindi. Bu pazarda pazarlık da “sünnet” değildi. O “ne hak ediyorsan onu söyle fazla isteyip de sonra sonra iyice öldürme” diyordu. Pazardaki fiyatlara müdahale etmesini isteyenler de hedeflerine ulaşamamışlardı. Çünkü O “fiyatları belirleyen Allah'tır” diyordu. Ama Onun şehrinde “piyasa tanrılığına” soyunanların çokça yaptıkları “stokçuluk” ve “karaborsacılık” da yasaktı.
Bu imtiyazsız pazar ve insanları kaynaştıran sınıfsız buluşma mekanı birilerinin çok zoruna gitmişti. Çatışmadan beslenenler, insanların insan gibi geçinmesinden pek rahatsız olmuşlardı. Entrika üzerine entrikalar üretmişlerdi. Önce suikast denemeleri yapıldı. Olmadı başka birilerini savaşa tahrik etme manevraları. “Fitne ateşi” hep “onu tutuşturanları” yaktı. Netekim “neye niyet neye kısmetti”. O ve ideali her sarsıntıdan daha da güçlenerek çıktı. Sonuçta insan ne planlarsa planlasın “hüküm Allah'ındı”. Ve O, “dosdoğru” olanların yardımcısıydı. Küçük ayak oyunları yapanlar ancak küçük kimselerdi. Ve her oyun, bir gün yapana geri dönerdi.
O asla haktan, adaletten ve merhametten ayrılmadı. Adam kayırıcılık asla yapmadı. İhtiyaç ve ehliyete göre insanlara muamele etti. Sonunda birbirini yiyenler mekanı Yesrib, kimsenin gelecek kaygısı duymadığı MEDİNE halini aldı. Yesrib O'na ve O'nun “insanları tarağın dişleri gibi eşit” gören idealine sahip çıktıkça MEDİNE oldu. O'ndan uzaklaşıp “bazıları daha eşittir” dedikçe Yesribleşti.
Peki biz, hangi ideali yaşamakta ve yaşatmaktayız? İnsanların birbirlerini yediği, birbirine kazık atmayı yaşam kuralı görenlerin yolundan mı yürüyorduk? Yoksa “ne aldanan ol nede aldatan” diyenlerin yolundan mı yürüyorduk? Bize göre “insan insanın kurdu” muydu? Yoksa “Allah'ın kulları kardeş olmalı” mıydı? Bize göre evrimin son aşaması “homo ekonomikus” muydu? Yoksa insan evrimin son aşaması “insan-ı kamil” miydi? Biz başka şey düşünüp başka şey söyleyip başka şey yapanlardan mıydık? Yoksa “özü sözü birlerden” miydik? Bir kereden bir şey olmaz “sonra tövbe eder salihlerden oluruz” mu diyorduk? Yoksa “ben nefsimi temize çıkaramam muhakkak ki Rabbimin merhamet ettikleri dışında nefis kötülüğü mü emreder” diyenlerdeniz? Bencillikten benliği yananlardan mıyız? Yoksa diğer kamlığıyla dünyaya hayat verenlerden miyiz?
Bizim “İstanbulumuz”, “Kandaharımız”, “Karaçimiz”, “Tahranımız”, “Şamımız”, “Kahiremiz”, “Bağdatımız”, “Trablusgarbımız”, “Marakeşimiz” “Darusselamımız”, “Sanamız”, “Dubaimiz” “Mekkemiz” ve hatta “Medinemiz” ne kadar “O'nun MEDİNESİ”? Yoksa yaşadığımız kocaman bir yalan ve hepsi YESRİBİN birere şubesi mi?
Şu halde gerçekçi olup imkansızı isteyenlere selam olsun!
Read more
İşte Yesrib de böylesi bir şehirdi. Belki de o bölge için bereketli sayılabilecek toprakları olmasaydı hiç kimse orada durmazdı. Birbirlerine güç yetirebilselerdi herhalde yine her şey çok farklı olurdu. Ya kimi kimini kovardı, yada kimi kimini köle ederdi. Tarih boyunca hep birbirlerini yemişler ama birlerini yenememişlerdi. Bir birleriyle didişip durmuşlar ama bir türlü birbirlerine güç yetirememişlerdi.
On beşbin kişilik kalabalığın doldurduğu evler yığını olan bu şehir, gerçekte hiç bir zaman bir şehir olamamıştı. Kendisini birleştirecek ve kimliğini verecek en azından bitmek bilmez kavgalara son verip yaşanılacak bir yer olmasını sağlayacak bir bakış açısına ne kadar da muhtaçtı.
Ve derken bir hac günü o bölgede ki pek çokları gibi Yesribliler'den de “gücü yeten ve ona yol bulan” bir grup İbrahim'in çağrısına kulak vermişlerdi. Ve dünyada yapılan ilk mabedin hatırasını ziyarete gelmişlerdi. Gerçi bu ziyaretler pek çoğu için sadece foklorik ve kültürel bir gezindiydi. Ama binler yine de gelmişlerdi. Yesriblilerin dikkatlerini panayırda çadır çadır dolanıp kendisine omuz verecek vicdanı uyanık birilerini arayan bir “mecnun” çekmişti. Onu dinledikçe söylediklerinin pek de “mecnun” işi olmadığını da farketmişlerdi.
Bu sesin sahibi, işi gücü insanların duygularını sömürmek olan ve onları sürekli tahrik ederek kendilerine yol ve menfaat bulan “demagog” ve “ajitatörlere” hiç benzemiyordu. O insanlara vicdanlarının zaten söyledikleri şeyleri söyleyip onları “insan” olmaya çağırıyordu.
Mesajında vicdanlarını susturmaya çalışanlar dışındakilerin kayıtsız kalamayacağı çok sade fakat cazibeli bir yön vardı. Söylediklerini duyan hiç kimse bunlar yalan veya yanlış diyemiyordu. Sadece vicdanına kulak tıkayanlar “bunlar eskilerin masalları” diyerek O'nu hafife almaya çalışıyorlardı. Oysa O “eskilerin masallarını” çok başka bir açından anlatıyor ve abartıya boğmuyordu. O sadece hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor ve insanı vicdanıyla baş başa bırakıyordu.
Yesribliler'den bir grup diğerlerine “bu sakın Yahudilerin sürekli bahsedip durduğu olmasın” diye sormaktan kendilerini alamadı. Olur muydu olurdu. Bir başkası “biz Ona Yahudilerden önce tabi olalım da bize karşı hiç bir kozları kalmasın” diyordu.
Derken O'nunla özel olarak görüştüklerinde, oturup kalkmasından, konuşup susmasından O'nun “O” olduğu hususunda hiç bir şüpheleri kalmamıştı. Ve O'na tabi olduklarını bildirip yanlarına bir eğitmen vermesini ve onları bir sonraki seneye beklemesini istemişlerdi. Buna birinci AKABE biyatı dendi.
Zaman zaten su gibi akar geçerdi. Nice yiğitlerin ve nice güzellerin suyunu sıkar posasını bir kenara atardı. Yine öyle oldu ve göz açıp kapayıncaya kadar bir sonraki sene geldi. Bu sefer çok daha kalabalıklardı. Zira Mus'ab kişiliğiyle onlara örnek olmuş ve Yesrib'de Medine'nin tohumlarını atmıştı.
AKABE'de ikinci kere toplandıklarında “gel! seni çocuklarımızı koruduğumuz gibi koruyacağız!” demişlerdi. Ve gerek Uhud'da gerek bütün grupların toplanıp onları boğmaya geldiği “ahzap” günü bu sözlerinde durduklarına tarih şahitti.
Artık yeni mekan belli olmuş Allah “yol yürümek” yeni bir “hayat kurmak” gayretinde olanların yollarını açmıştı. Ve yavaş yavaş vicdanlarına kulak verenler Yesrib'in yolunu tutmuştu. Yanında “yoldaşıyla” kendisini boğmaya çalışan şehirden ayrılırken bile o şehirde kendine güvenenlere karşı yüklendiği sorumluluğu ihmal etmedi. Oysa “sizden yalanlamadan ve ihanetten başka bir şey görmedim” diyebilirdi. Ve bütün emanetleri alıp götürebilirdi. Veya onları oracıkta bırakıp kaçabilirdi. Oysa O ardında, yatağında “vekilini” bıraktı. Vekili de hiç bir korku ve endişe duymadan O'nun yatağına girdi. Ve bütün görevlerini hakkıyla yerine getirdi. Çünkü O'nun vekili ancak öyle biri olabilirdi.
Derken “yoldaşıyla” Yesribe geldi. Ve ilk iş olarak Yesrib'de yaşayan bütün gruplarla bir anlaşma yaptı. Artık müslüman-putperest, arap-ibrani herkes kendi işine bakacak kimse kimsenin kuyusunu kazmaya çalışmayacaktı. Böylece insan gibi geçinip gideceklerdi. Bu birilerinin zihnindeki gibi güç kazanana kadar bir ara dönem değildi. Böyle diyenler ancak kendi bozuk niyetlerini kusarlardı. Zira kendileri olsa öyle yaparlardı. Oysa O “el-Emin” olandı. Ve O asla ikircikli bir ruh halinde olmadı. Hayatının hiç bir döneminde asla kuzey derken güneyi kast etmedi. Ama kardeşçe yaşamak ne kadar da zordu. Hele çatışmadan beslenenler için asla kabul edilemezdi.
O kimseyle ne putperest diye ne de Yahudi diye asla savaşmadı. Çünkü on beşbin kişilik şehirde müslüman topu topu bin beş yüz kişiydi. Üçte biri Yahudi gerisi de Putperestti. Onun savaştıkları O'na yaşam hakkı tanımayanlardı. Ve kendini boğmaya çalışanların gardını düşürdükten sonrası O'nun için “haddi aşmaktı”. Ve ondan sonrası “bugün hiç bir başa kakma ve hor göme yoktur” sözünde saklıydı.
Ve sonra Yesrib'de bir mescid ve bir de pazar yeri tesis etti. Onun mescidi bizim tapınaktan bozma camilerimize hiç benzemezdi. O'nun mescidi tapınma mekanı değil fakat ibadet eksenli bir buluşma mekanıydı. İnsanlar orada birbirleriyle buluşur ve bilişirlerdi. Kim hasta kim aç, kim zengin kim muhtaç. Yoksa orada tapın ve kaç diye bir şey yoktu. Çünkü Alemlerden Münezzeh olanın bizim tapınmamıza ihtiyacı yoktu. Fakat bizim “insan” olmak için O'na ihtiyacımız vardı.
O'nun mescidinde kimsesizler kendilerine sahip çıkacak kimseleri bulurlardı. Yaralılar O'nun mescidinde yaralarına merhem bulurlardı. Açlar O'nun mescidinde karınlarını doyururlardı. O'nun mescidinde dertliler dertlerine derman bulurlardı. Onun mescidi yurtsuzlara yurt olurdu. O'num mescidi zamanla Yesribin kalbi oldu ve O kalp ne kadar güçlü atarsa Yesrib de o kadar “ruh” kazandı. Ve o kadar MEDİNE oldu.
Dedik ya bir de pazar açmıştı. Bu pazarda yer, köşe kapma veya tutma yoktu. Erken gelen istediği yere yerleşirdi. Böylece kimse kayrılmadı ve kimsenin kayrılmasına da müsaade edilmedi. Bu toplumu dinamikleştirdi. Kimse bu devran böyle gelmiş böyle gider diyemedi. Bende çalışırsam gayret sarfedersem bende bir şeyler yapabilirim derdi. Bunu diyemeyenler ve itibar isteyenler bu pazar yerinden kurtulmak istedi. Ve oraya ateşe verdi. Bunun üzerine daha büyük bir mekan pazar yeri olarak seçildi.
Bu pazarda malları büyük küçük diye ayırıp ayrı ayrı satmak da yoktu. Böylece herkes hepsinden yiyebilsindi, alabilsindi. Bu pazarda pazarlık da “sünnet” değildi. O “ne hak ediyorsan onu söyle fazla isteyip de sonra sonra iyice öldürme” diyordu. Pazardaki fiyatlara müdahale etmesini isteyenler de hedeflerine ulaşamamışlardı. Çünkü O “fiyatları belirleyen Allah'tır” diyordu. Ama Onun şehrinde “piyasa tanrılığına” soyunanların çokça yaptıkları “stokçuluk” ve “karaborsacılık” da yasaktı.
Bu imtiyazsız pazar ve insanları kaynaştıran sınıfsız buluşma mekanı birilerinin çok zoruna gitmişti. Çatışmadan beslenenler, insanların insan gibi geçinmesinden pek rahatsız olmuşlardı. Entrika üzerine entrikalar üretmişlerdi. Önce suikast denemeleri yapıldı. Olmadı başka birilerini savaşa tahrik etme manevraları. “Fitne ateşi” hep “onu tutuşturanları” yaktı. Netekim “neye niyet neye kısmetti”. O ve ideali her sarsıntıdan daha da güçlenerek çıktı. Sonuçta insan ne planlarsa planlasın “hüküm Allah'ındı”. Ve O, “dosdoğru” olanların yardımcısıydı. Küçük ayak oyunları yapanlar ancak küçük kimselerdi. Ve her oyun, bir gün yapana geri dönerdi.
O asla haktan, adaletten ve merhametten ayrılmadı. Adam kayırıcılık asla yapmadı. İhtiyaç ve ehliyete göre insanlara muamele etti. Sonunda birbirini yiyenler mekanı Yesrib, kimsenin gelecek kaygısı duymadığı MEDİNE halini aldı. Yesrib O'na ve O'nun “insanları tarağın dişleri gibi eşit” gören idealine sahip çıktıkça MEDİNE oldu. O'ndan uzaklaşıp “bazıları daha eşittir” dedikçe Yesribleşti.
Peki biz, hangi ideali yaşamakta ve yaşatmaktayız? İnsanların birbirlerini yediği, birbirine kazık atmayı yaşam kuralı görenlerin yolundan mı yürüyorduk? Yoksa “ne aldanan ol nede aldatan” diyenlerin yolundan mı yürüyorduk? Bize göre “insan insanın kurdu” muydu? Yoksa “Allah'ın kulları kardeş olmalı” mıydı? Bize göre evrimin son aşaması “homo ekonomikus” muydu? Yoksa insan evrimin son aşaması “insan-ı kamil” miydi? Biz başka şey düşünüp başka şey söyleyip başka şey yapanlardan mıydık? Yoksa “özü sözü birlerden” miydik? Bir kereden bir şey olmaz “sonra tövbe eder salihlerden oluruz” mu diyorduk? Yoksa “ben nefsimi temize çıkaramam muhakkak ki Rabbimin merhamet ettikleri dışında nefis kötülüğü mü emreder” diyenlerdeniz? Bencillikten benliği yananlardan mıyız? Yoksa diğer kamlığıyla dünyaya hayat verenlerden miyiz?
Bizim “İstanbulumuz”, “Kandaharımız”, “Karaçimiz”, “Tahranımız”, “Şamımız”, “Kahiremiz”, “Bağdatımız”, “Trablusgarbımız”, “Marakeşimiz” “Darusselamımız”, “Sanamız”, “Dubaimiz” “Mekkemiz” ve hatta “Medinemiz” ne kadar “O'nun MEDİNESİ”? Yoksa yaşadığımız kocaman bir yalan ve hepsi YESRİBİN birere şubesi mi?
Şu halde gerçekçi olup imkansızı isteyenlere selam olsun!
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN ...