Düşündün mü hiç inciri? Ve onun kimler için neyi ifade ettiğini? Ya Zülkifli? Yada gerçek adıyla Siddhartha Gautamayı? En bilinen ismiyle “aydınlanmış” olanı yani Buddha'yı(Buda)? Onun arayışını? Ve ulaştığını? Peki dokunduğu her şeyi bozan insanın bu öğretiyi de ne hale soktuğunu?
Efsanelerin ve abartıların arasında kaybolan Zülkifli yani Buddha'yı tanımak ve anlamak için yapmamız gereken neydi? Bütün yalınlığıyla O'nun hakikati nasıl bulunabilir ve O'na nasıl dokunulabilirdi?
Elbet Buddha'yı da anlamak için o kutlu “binanın son tuğlasına” ve “kendinden öncekileri tasdik etmek için” onun sadrına vahyedileni nirengi almak gerekirdi. Hani O bizim “gibi kuru et yiyen kadının çocuğuna”.
Hani O doğmadan önce annesi bir rüya görmüştü. Ve oranın kralı olan babası o dönemin ileri gelen alimlerinden olan bir Brahmana bu rüyayı yordurmuştu. Ve demişti ya babasına “bir oğlun olacak ve o ya çok büyük bir kral olacak ya da çok bilge bir kişi”.
Babası da hakikat arayışına düşüp bilgelik yolunu tutmasında bütün dünyanın hakimi bir kral olsun diye onu eğitti. Çok iyi kılıç kullanır ok atardı hani.
Ve babası hiç hayatın anlamını sorgulasın istemedi. Çünkü biliyordu ki böyle bir sorgulama başlarsa geçici krallığı daimi bilgeliğe asla tercih etmezdi. Ama böyle yaparak belkide onun "Süleyman" gibi bilge bir kral olmasının önünü tıkadı.
Hep saraylarda eğlenceler içinde büyüdü. Etrafında hep kendisini şımartan insanlar birbirinden güzel kadınlar vardı. İstedikleri önünde istemedikleri her an isterse diye hep arkasındaydı. Fakat tedbir takdirin önüne asla geçemezdi.
Bir gün yine bir eğlenceye giderken at arabasından beli iki büklüm olmuş ayakta duramayan yüzü buruş buruş yürümekte zorlanan yaşlı bir adam gördü ve yardımcısına şaşkınlıkla “buda ne böyle” diye sordu. Yardımcısı “o yaşlı bir adamdır efendim”, “zaman içinde insan bütün gücünü ve canlılığını yitirir ve bu hale gelir” dedi. O “nasıl yani bende mi böyle olacağım?” diye sordu. Yardımcısı “elbette efendim” dedi. Sonra adam gözden kaybolana kadar gözlerini ondan alamadı ve bu O'nun yaldızlı ve yaldızlı dünyasına atılan ilk çizikti.
Daha sonra yardımcısıyla saraydan kaçarak şehre indi ve orada dolaşırken bir adam gördü inliyor hiç kımıldayamıyordu. Yanındakiler ona su içirmeye ve bir şeyler yedirmeye çalışıyor fakat o hiçbir şey yeyip içemiyordu. Yaşlıya daha yeni alışmışken hayretle yardımcısına sordu “bu nedir?” Yardımcısı cevapladı “o hasta bir insandır efendim” diye. Peki “bu insan nasıl böyle oldu?” diye sormaktan kendini alamadı. Yardımcısı “insanlar bazen böyle hasta olabilir ve hareket edemeyecek duruma gelebilirler efendim” dedi. Hayret dolu gözlerle adamı ve çevresindekileri bir süre izledi. Sonra tekrar saraya ve sarayın göz alıcı yaldızlarla dolu büyülü dünyasına döndü.
Saray geleneklerine göre ne çok yaşlılar, ne çok hasatlar sarayda kalabilirler ve saltanat mensuplarından başkaları da sarayda ölemezlerdi ki ömrü sarayda o kasırdan bu kasıra ve o eğlenceden bu eğlenceye geçen Sidarta nereden onları görsündü.
Ve o, sarayda görmediklerini gördüğü dünya gün geçtikçe daha fazla ilgisini çekti. Ve bir gün yine yardımcısıyla şehre indi. Bu sefer insanların omuzlarında taşıdığı bir tahta üzerinde yatan birini gördü. Taşınan adamın rengi solmuştu ve nefes bile almıyordu. Hayretle sordu “bu nedir?” diye. Yardımcısı “bu ölüdür efendim” dedi. “Ölü ne demektir” diye somaktan kendini alamadı. Yardımcısı “her canlının kaçınılmaz sonudur efendim”, “ölüm geldiğinde insan insan olmaktan çıkar ceset olur artık yiyemez, içemez, eğlenemez, çürür ve kokar”. Hayretle sormaya devam etti “peki onu ne yapacaklar şimdi?” Yardımcısı “onu yakacaklar efendim” dedi. Bu söz onu şok etmişti “peki bende ölecek ve yakılacak mıyım” dedi. Yardımcısı “evet efendim” dedi.
Artık Siddharthanın ağzının tadı kaçmıştı. Hiçbir eğlence kafasını dağıtamıyor hiçbir şey dikkatini çekemiyordu. Bu güne kadar hiç yapmadığını yapmaya başladı. Kendini hayatı ve ölümü düşünmekten alıkoyamıyordu. Bunlarla ilgili sorular sormaya başladı. Olayı fark eden babası da onun zihnini dağıtmak için eğlencelerin dozajını arttırdı. Ama artık bunun bir faydası yoktu.
Zira ölüm Siddharthayı çok sarsmıştı. Kendini ölümü düşünmekten alı koyamadı. Düşündükçe daha da sarsıldı. Nasıl yok olabilirdi? Bu kendisi için kabul edilebilir bir şey miydi? Ama ne kadar görmek istemese de hayatın en büyük hakikatiydi. Artık her şey onun için anlamını yitirmişti, ne eğlencelerden zevk alabiliyordu. Nede yok olup gidecek krallığın bir anlamı kalmıştı.
Babası onu engellemeye çalıştı. Oysa Onu engellemek artık ne mümkündü. Bu bir kültürel fanteziyi çoktan aşmıştı. Bu bağrı susuzluktan yananın su arzusundan çok daha şiddetliydi. Ve kalbini sıkıştırıyordu. Kendisine gitmemesi için ağlayarak yalvaran ve “ne istersen veririm” diyen babasına “babacığım bu tenimdeki canlılık ve güzelliğin sonsuza kadar sürmesini sağlayabilir misin? Ya asla hastalanmadan enerjik bir şekilde yaşamamı sağlayabilir misin? Peki o dokunduğunu yok eden ölümü benden uzaklaştırabil misin?” diye sordu. Babası artık onu engelleyemeyeceğini anlamıştı.
Tam saraydan ayrılmaya karar vermişti ki bir oğlu oldu. Bilinmez oğlu olunca ne düşündü. Sevinmiş miydi yoksa bu ölümlü dünyaya, “bu pıtraklı diyara, bu sürgün yerine” bir kişinin daha gelişine vesile olmanın çelişkileri mi sarmıştı benliğini. Ama bu bile onun ayrılıp hayatın hakikati olan “Rabbe varan yolda” yürüme serüvenine engel olamadı. Zira anlamıştı ki hayat denilen sürgünün amacı pişerek kemal ile “Rabbe varmaktı”. Ve bu insana bahşedilen en büyük nimette zamandı. Peki nasıl varılacaktı? Zira zaman akıp durmakta ve adeta parmaklarının arasından kaymaktaydı. Bu sorular beynini doldurdu. Ve bir gece yarısı uykusundan uyandığında yaldızların büyüklüğünün sadece kandırmacanın büyüklüğünü yansıttığı sarayı terk etti.
Yardımcısıyla saraydan ayrıldılar. Bir nehrin kenarına gelene kadar at koşturdular. Nehri geçtiklerinde saçını kesti. Elbiselerini çıkardı ve yardımcısını geri gönderdi. Artık geçmişini terk etmişti. Ama aslında onu kemale götürecek olanlar içinde o geçmişinin ve orada yaşadıklarının çok ayır bir yeri vardı. Fakat zaman oranın zincirlerinden kurtulma zamanıydı.
Kendisi oradan geçmekte olan serseri dervişlere katıldı. Bir müddet onlarla gezdi oruç tuttu, meditasyon yapıp tefekküre daldı. Ama bu dervişler çok cahildi. Ve “uçtu kaçtı” muhabbetleri ona hitap etmiyordu. Bilgisiz bir şekilde hedefe varmanın mümkün olmadığını bildi. Bir süre sonra onları terk etti.
Ve devrinin en büyük alimlerinden olan bir Brahman'ın yanına gitti. Birkaç yıl ona hizmet etti ve ders aldı. Fakat artık ne o alimin sözleri nede orada okudukları ona yetiyordu. Bir şeyler eksikti ve bir türlü yerleri dolmuyordu. Orayı terk edip başka bir alimin yanına gitti. Bir müddet onunla da kaldı. Ama onun söyledikleri ve orada okudukları da o eksik olanı tamamlamaktan çok uzaktı.
Oradan da ayrıldı. Ve bilgiyle dolmayan şeyin çilecilikle dolabileceğini düşündü. Yolda karşılaştığı birkaç çileciyle birlikte bir ormana gitti. Orada günlerce aylarca oruç tuttu. Meditasyon yapıp tefekküre daldı. Çilecilerin temel felsefesiydi nefsi kırıp ruhu parlatmak ve ruhun beden üzerindeki hakimiyetini kurmak.
Nefsi baskılamada o kadar ileri gitti ki artık doğru dürüst bir şey yemez oldu. Fakat fark etti ki yemek azalınca zihni bulanıklaşıyordu. Ve buda sağlıklı düşünmesini engelliyordu. Bu haliyle aslen her sorun karşısında sorundan kaçmak için içki içip sarhoş olan fakat sürekli olarak ayılınca kaçtığı sorunlarla yüz yüze kalan kimselere benzediğini anladı. Ve O'na aşikar olan bununda eksiği doldurmaktan çok uzak olduğuydu.
Eksik olan neydi? Ne olmalıydı ki hayatın hakikatini kavrasındı? Ne olmalıydı ki içindeki bu susuzluk son bulsundu? Ne olmalıydı ki birbirine karışmış olan düşünceler düzene kavuşsundu? Çelişkilerden zihni kurtulsundu?
O çilecileri terk etti. Ve diğer insanlar gibi yeyip içmeye onlar gibi yaşamaya başladı. Bu arayışının son bulmasından değildi. Fakat kendisine sunulan yolların ona bir faydasının olmamasındandı. Zira zihni bunca öğretim ve eğitime rağmen hala karma karışıktı.
Bir gün yolu yaşlı bir incir ağacının dibine düştü. Oturmamış adeta çökmüştü. Derken bir kadın bir kase sütlaç getirdi ve ona ikram etti. Teşekkür edip sütlacı yedikten sonra derin düşüncelere daldı. Aslında düşünmüyordu. İçinde fırtınalar kopuyor, savaşlar patlak veriyordu. Düşünceler zihnini bombalıyor kalbini sıkıştırıyordu. Ve O bu halden kendisini kurtaracak hiçbir çıkış yolu da bulamıyordu.
Çaresiz bir şekilde kıvranırken belki “rabbim bu ne hal, beni kurtar, yolumu ve içimi aydınlat” diyecekken veya demişken, tarih boyunca bu arayışa sahip olup olgunlaşana kadar pişenlere gelen geldi. Bu daha önce “Musa'ya gelen nomos”tu.
Bir anda sanki beyninde bir şimşek çaktı veya bir lamba yandı. Bir anda daha önce göremediklerini görür hale geldi. Meğerse etrafını ne kadar da bulanık görmekteydi. Ne kadar kördü. Hali gözleri çok kötü gören fakat bunu fark edemeyen birinin gözlük takarak etrafa hayran hayran bakmasına benziyordu. Bakış netleşince nereden bakması gerektiğini daha iyi anladı. Zira insan “nasıl bakarsa öyle görürdü”. Ve “nasıl görürse öyle yaşardı”. Ve “nasıl yaşarsa öyle ölürdü”.
Ve bir kez daha kavradı ki ne kadar zeki ve bilgili olursa olsun o göremezdi ancak ona gösterilirdi. O ne kadar okursa okusun kavrayamazdı ancak ona kavratılırdı. O bilemezdi ama ona bildirilirdi.
Artık içindeki fırtınalar dinmiş içi sükuna ermişti. Artık susuzluğu dinmişti. Hatta artık sadrından çıkanlarla susuzlukları dindirecekti. Ve böylece o aydınlananlardan yani “Buddha” olmuştu. O artık muradına yani 'Nirvana'ya' ermişti. Onu o kadar aramıştı o kadar beklemişti ki onun zevkine doya doya varmak istedi.
Artık anlamıştı insan denilen şeyin ne sadece beden ne de sadece ruhtan oluşmadığını. İnsanın ruh ve bedenin toplamı olduğunu. Ve ikisi arasında dengeyi kurmalıydı. Ne nefsinin her istediğini yapmalıydı. Nede onun isteklerini tamamen göz ardı etmeliydi. Aslında hayatı oluşturan da zaten bu dengeydi. Dengenin saptığı her yerde çarpıklık ve sapma vardı.
Ayrıca insanların kendilerini diğer insanlar başta olmak üzere çevrelerinden sürekli soyutladıklarını ve bu soyutlamanın insanın önündeki en büyük engel olduğunu anladı. Anlamıştı ister çileci ister ilimci olsunlar insanların gerçekte rol yaptıklarını. Ve kendilerini sürekli olarak diğerlerinden soyutladıklarını ve apayrı bir yere koyduklarını. Oysa hepsi bütün farklılıklarına rağmen birbirinin aynısı olduklarını. Ve nitekim hepsi “topraktandı”. Ve hakikate ulaşabilmek için öncelikle kendi tahtlarından inmelerinin gerektiğini. Ancak o tahttan inerek ve ancak yapmacıklıktan uzak samimiyetle “rabbe varan yolu” yürüyebilirlerdi.
Ve bu yol ne alimler sınıfına, ne yöneticilere, ne tüccarlara, ne de paryalara aitti. O yol göğüslerinde samimiyet taşıyan Ademin tüm çocuklarına açıktı. Bu yolun tek şartı samimiyetti zira yalnız “ihlaslılara” şeytanın gücü yetemezdi. Ve yalnız onlar bu kıldan ince kılıçtan keskin dünya hayatında “rabbe varan o yolu” sapmadan yürüyebilirlerdi.
Oysa 'Rabbe varma' toplumun idrakinde bu aslen bir sınıfa aitti. Bu kastlar belkide bir zamanlar toplumda uzmanlaşmayı sağlamak ve toplum yönetimini kolaylaştırmak ve etkinleştirmek için düşünülmüştü. Fakat sonra işin şirazesi kaymış idrakler değişmişti. Ve kemikleşmenin de ötesinde katılaşmıştı. Ve böyle bir toplunda bu düşünceler pek de kabul görmeyecekti, zaten görmedi de. Ama hakikat Buddha'nın idrakinde belirenden başkası değildi.
Ve insanların Rabbe varmak için ihtiyaçları olan şey tekrar tekrar dünyaya gelmek değildi. Aşkın olana bütün benlikleriyle kendilerini adamaktı. Ve buda yaşarken bu hayatı o yokmuş gibi yaşamamak. Hayatının her anını O'nun var olduğu bilinciyle yaşamak demekti. Ancak böyle arınılabilir ve ancak böyle Rabbe varılabilirdi.
Gereken ne durmadan kitap okumak, vaaz dinlemekti nede hiç durmadan oruç tutup, namaz kılmak, zikri çekmekti. Gereken hayatı yaşarken karşılaştığın sorunlara 'ne yaparsam O'nun rızasını kazanırım' veya 'nasıl yaparsam O'nun rızasını ulaşırım' diye sorma idraki ve bu sorulara kabinin derinlerinden verilen cevaplar uyarınca hareket etme erdemi göstermekti.
Zira hayat her şeyden önce kültürel değil pratik bir şeydi. Sözün güzeli elbet güzeldi ama onu Rabbe ancak övgüye layık işler ulaştırırdı. Çünkü sözler değil ancak işler fark yaratırdı ve farkı fark ettirirdi.
Siddhartha ya da artık yeni adıyla Buddha bu idrak uyarınca yeniden insanların zihnini ve gönlünü ve nihayetinde de pratiğini şekillendirmeye koyuldu. En büyük engeli kendinden önceki yerleşik alimler ve dini, politik, ekonomik, toplumsal idrakti. Bu idrak engeli sadece ona karşı çıkanlardan kaynaklanmıyordu. Ama çoğu kere kendisine tabi olanlar da hala eski idrak ve algılayışlarından kendilerini kurtaramıyorlardı. Her ne kadar hakikati aradıklarını iddia etseler de çoğu kere “az bir dünya metaına” tav oluyorlardı.
O yüzdendir ki O'ndan sonra ilk zamanlar onu temsil ettiklerini hatırlamak için yaptıkları heykellere daha sonra TANRI diye tapar olmuşlardı. Ve hatırlattıklarını pratiğe geçirip ona hayat vermek yerine bu heykellere saygı göstererek Rabbe ereceklerini düşünür olmuşlardı.
Ayrıca sanki insanın bu pıtraklı diyara bir kez gelmesi yetmezmiş gibi, Hindular gibi zihinlerinde insanı tekrar tekrar bu diyara mahkum etmişlerdi. Oysa O “dünyaya saplanıp kalanlardan” değildi ve sözüne değer verenlere Rabbe varan yolu göstermişti.
Bunlar hep bizden önceki(biz)lerin haberleriydi.
Ne mutlu onlardan ders alıp Rabbe varan yol tutmayı dileyenlere ...
7 yorum:
Merhaba.Öncelikle yine eline ve yüreğine sağlık abi.Benim bu yazıda merak ettiğim Zülkifl peygamberin Buddha( Siddhartha Gautama)olduğu konusundaki fikrin dayanağı nedir?Bu inanış genel bir kanımıdır yoksa zayıf iddaalardan birimidir?Bu konuda bilgilendirirsen sevinirim.Fi emanillah.
Sana da olsun Merhaba!
Bana göre bizim peygamberler tarihi algımız daha çok yahudi alimlerinin kabulleri ve tevrat yorumlarıyla şekillenmiş bir algıdır. Ve onların Zülkifl (a.s.) için başka birini dediklerini biliyorum. Lakin bu konuda farklı görüşte olan alimlerin olduğu hatta bu konunun ilahiyat çevresinde ciddi bir şekilde tartışılmakta olduğu benim malumum.
Bu konudaki makalelerden birini şu linkte bulabilirsiniz: http://kutuphane.uludag.edu.tr/PDF/ilh/2001-10(1)/htmpdf/M-14.pdf
Ayrıca bana göre Kur'anda adı geçen ve kim ve nerede oldukları hususunda kesin bilgiler olmayan peygamberlerin de muhtemelen bu gün dünyada etkin olan diğer dinlerin (budizm, hinduizm, taoculuk, zerdüştlük, hatta paganizm ...) yarı tanrı yarı insan olarak kabul ettikleri kimseler olduğu düşüncesindeyim.
Zira insanlık tarihi yahudi tarihi olmadığı gibi dünya da ortadoğudan ibaret değil.
Not: Bildiğiniz gibi Hz. Peygamber Bahreyn kendisine bağlanınca ordaki Zerdüştlere Ehl-i Kitap statüsü tanıdığı gibi daha sonra sahabe Hindu ve Budistlere de Ehl-i kitap statüsü tanımıştır.
selam abi.ben senin siteden çok şey öğrenirim bu kesin.ama benim blog bence senin sevmeyeceğin türden.
biz insanı severiz yaradandan ötürü.hata yapmamış değiliz ki hatası olanı sevmeyelim.kim olursan ol yine gel diyosan benim gibi hakkaten çatlak bir afacan yine gelir.
sağol varol.
abi ya şimdi ben senin gibileri görünce kendimi bi adam sanmıyom:( zaten ben bi afacanım.annemi bırak ben daha küçükken mahelle illah etmiş benden.abi ya ne diyosun ben sen gibi yazmasam da geliyim mi sitene? ben çizgi film manyağım biraz. zaten benim blogta yazdıklarım bir uydurma.yani doğrunun orasını burasını büküyom. yoksa ben iyi bir veletim.çizgi filmleri abartarak anlatan bir çocukum ben.neyse abi kafanı yormayayım.sağol varol abi.
Afacan kardeşim malum olduğu üzere burası çatlaklar tekkesi ve her çatlağa burada elbet bir yer vardır. Sitenine baktım sevmeyecek bir tarafını göremedim. Biraz daha bakayım ilgimi çekenler köşesinde link atarım. Nede olsa çatlakları severim :)
Merhaba Ahmet abi,
Gerçekten okumak gerekiyor, bilmediğim ne çok şey var şu alemde.
Her arayan bulamıyor ama buna rağmen bulanlar arayanların arasından çıkıyorsa armaya devam.
Biz dedemizden sonra Ahmet Abi'mizden öğrenmeye devam edeceğiz inşALLAH.
Selam ve muhabbetle...
mç
Hüsnüzannından dolayı teşekkür ederim Mustafa kardeşim.
Buradan Fuat amcayı da yeniden rahmetle yad edelim.
Yorum Gönder
Genel ahlak kuralları dahilinde istediğiniz şekilde eleştiri ve yorum yapmakta özgürsünüz!