Bilirsin değil mi Adem'in çocuklarının hikayesini? Habil ve Kabil'inkini? Nasıl imtihan edildiklerini ve onları neyin karşı karşıya getirdiğini? Ve buna karşı nasıl tavır takındıklarını? Bencillik ateşinin nasıl insanın bağrını yaktığını? Ve insanı nasıl olunmaz mecralara sürüklediğini?
Yine bilirsin değil mi önemli olanın mükemmellik iddiasının ispatı olarak sunulan gösterişli olanın değil haddinin bilmenin eseri olarak sunulan sade olanın olduğunu? Ve insanın yaptığını değerli kılanın özünde taşıdığı niyeti olduğunu? Niyeti bozuk olanın hiçbir şeyinin asla doğru olamayacağını?
Bilirsin değil mi kötüye onun yöntemleriyle karşılık verenin de kötüden farksızlaştığını? Erdemli olmanın erdemli davranmaktan geçtiğini? Ve her iddia sahibinin iddiasını ispat etmek zorunda olduğunu? Bunun bazen de bile bile lades olmak anlamına geldiğini? Ve elbette birlisin niyetleri bozuk olanların er ya da geç pişman olacaklarını. Pişmanlıklar içinde yaşayıp pişmanlıklar içinde öleceklerini. Ve asıl pişmanlığı ise yeniden diriltildiklerinde yaşayacaklarını.
İşte Ademin çocukları böyle ibretli bir hikayenin yaşayan numuneleri olmuşlardı. Bilmiyorum niçin kurbanlarını sunağa koymuşlardı? Bilemem amaçları istenen kızın kimin olacağını Allah'ın belirlemesi miydi yoksa nebevi mirasın varisinin kim olacağının ortaya çıkması mıydı? Yani seçkin olanın kim olduğunun anlaşılması mıydı? Ama ikisi de o güne hazırlanmış ve kurbanlarını sunaklara koymuşlardı.
Anlatılanlara bakılırsa Habil çobanlık yapardı. Ve hayvanlarıyla dağ bayır dolanır onları otalatırdı. Onların sütünden, etinden, derisinden yararlanır ve yararlandırırdı. Yani bir açıdan dünyada mekan tutmayı önemsemeyenlerdendi. Ve muhtemelen “bu dünyada bir dikili taşı bile yoktu”. Belki de bu sebepten bilmezlerce hep hor görülürdü. Ama onun en büyük özelliği elbet bu değildi. Zira O hayatı boyunca asla içten pazarlıklı olmamıştı. Hep içtenlikle ve dürüstlükle hareket etmişti. Ve adağını da bu şekilde içtenlikle ve büyük bir saygıla ve kabul olması ümidiyle sunaya koymuştu.
Buna karşı Kabil'in bahçeleri belki de tarlaları vardı. Yani “dünyada mekan ahirette iman” diyenlerdendi. Ne tam olarak dünyadan nede Rabbin rızasından geçebildi. Dünya denen bu sırat köprüsünde oldum olası doğru dürüst yürüyemedi. Ve oda tarlalarına ektiği ürünlerle geçinir ve geçindirirdi. Elbette Kabilin en büyük özelliği bu da değildi. Onun gönlü hep yükseklerde gezer ve amaçlarına ulaşmak için oyunlar oynamayı severdi. Oysa yücelere oyunlar oynanarak erişilemezdi. Yine kimbilir o da adağını ne büyük bir hırsla gösterişli bir şekilde hazırladı ve nasıl bir kibirle sunağa koydu.
Ne kadar doğrudur bilinmez Habil'in sunağa en iyi kuzusunu koyduğu Kabil'inse “nasıl olsa Allah bunu yiyecek değil” diyerek üste iyi ürünleri alta ise kötüleri koyarak sunduğu da söylenir dururdu. Ve ne hikmetse bunu her duyduğumda kendimiz için bir şey yapacakken veya bir şeye erişecekken gösterdiğimiz hassasiyetin onda birini Allah rızası için başkasına bir şey yapacakken göstermeyişimiz aklıma gelir ve kendi gerçeğimle utanır durdum. Zira böyle bir tavır acaba kimin tavrıydı? Ve böyle yaparak Habil'in adımlarını mı izlemekteydik yoksa rehberimiz Kabil miydi?
Elbet “Allah'a kurbanların eti de kanıda ulaşmaz lakin bizim niyetlerimiz ulaşırdı”. Ama böyle bir oyunu oynamayı düşünmek veya söz konusu onun rızası olunca düşük olanı yapmayı düşünmek bile yeterince niyet bozukluğu değilmiydi. Ve böyle bir niyet nasıl Allah'tan olumlu yanıt bulsundu.
Derken Allah bir ateş gönderip Habil'in adağını alarak tercihinin kimden yana olduğunu gösterdi. Bu elbet halis niyetin karşılığını bulmasından başka bir şey değildi. Ve elbette Allah niyeti halis olanı ve özünü temiz tutma arzusundakini tercih edecekti. Belki de Habil bunun sonunda gözyaşlarıyla Allah'a şükretmiş ve olduğu yere çöküp kalmıştı.
Ama Kabil'in Allah'ın tercihinden hiç hoşlanmadığı çok açıktı. Belki de öfkesinden “nasıl beni değil de onu seçersin” diye haykırmıştı. Aynı daha önce İblis'in babasına secde etmesi istendiğinde yaptığı gibi. Oysa ona düşen Allah'ın tercihini kabul etmek edemiyorsa da her şeye rağmen ona boyun eğmekti. Ve belki niçin kendinin değil de Habil'in seçildiğini anlamaya çalışmak ve tercih edilenin tercih ediliş sebebi uyarınca kendine çeki düzen vermekti.
Oysa o bunu yapmaktan ne kadar da uzaktı. İçi içini yiyordu. Ve belli ki O olmasaydı beni seçecekti diye düşünmeden kendini alamıyordu. “Ne yapmalıyım” diye düşünürken hiç kendini eleştirmek ve kendine çeki düzen vermek aklına gelmedi. Zira ona göre o her şeyi düşünmüştü. Kurallarıda zahiren yerine getirmişti. Dolayısıyla asıl sorun kendinde değil tercihi yapandaydı. O kimi tercih edeceğini bilememişti. Aslında bu haliyle de babası karşısında kibirlenenin adımlarını izliyordu. Oysa kendisine defalarca “o sizin için apaçık düşman ve kötü örnektir” denmişti. Ama öfke gelince akıl aynen böyle öfkenin kölesi oluyordu.
Bilmem onu saran O'nu ortadan kaldırırsa kaçınılmaz olarak kendisinin kalacağı düşüncesi miydi yoksa “o ki sen bana onu tercih ettin bende sana benden daha düşük olduğunu ispatlarım” düşüncesi miydi onu Habil'i ortadan kaldırmaya iten temel düşüncesi. Bu ne mantıksız ve olunmaz bir yoldu ama ona ne de güzel ve makul gelmişti. Derken fırsat kollamaya ve Habil'den kurtulmanın yollarını aramaya koyuldu. Bunun için uğraştığının yarısı kadar kendini düzeltmek için uğraşsaydı herhalde tercih edilen kendisi olacaktı.
Ve nihayet kolladığı an gelmişti. Habil ile sote bir yerde yalnız kalmışlardı. Ve Habil'e öfke kusmaya başlamıştı. Habil onun niyetinin hiçte iyi olmadığını çok iyi anlamıştı. Fakat onun gibi davranıp onun gibi olmaktan korkuyordu. Onu suhulete davet etti. Ama bencilliğinden kaynaklanan hırsı öfkesini o kadar alevlendirmişti ki onun kendisine hatırlatılanları değil dinleyecek duyacak bile hali yoktu. Nerede ki kendisine Allah'ın hatırlatılmasından etkilenecekti.
Ve Habil onun nasihat dinlemediğini ve öfkeden gözünün döndüğünü görünce ona bütün içtenliğiyle “ And olsun! Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” dedi. Ve işte bu tavır farkı aslında Habil'in seçilme fakat Kabil'in seçilmeme nedeniydi. Ama onda bunu anlayacak idrak ne gezerdi. Ey bencillik nasılda kurutmuştun onun insafını! Ve ey bencillikle kuruyan insaf nasıl da onu insanlıktan çıkarmıştın!
Derken Habil vuslatına ermiş ve emanetini kendinden istendiği üzere pişirmiş ve olgunlaştırmış ve öylece Rabbine teslim etmişti. Kabil'e kalansa artık bitmek bilmez bir pişmanlık ve kokuydu. Kardeşinin cansız bedeniyle ne yapacağını şaşıran Kabil onu saatlerce taşıdı. İçi içini yiyordu acaba gerçekten ölmüş müydü yoksa bayılmış mıydı? Onu defalarca dürtmüş ve sarsmıştı ama artık her şey bitmişti.
Şaşkınlık içinde onu ne yapacağını bilemeyen Kabil'e Allah onca kibrine ve büyüklük taslamasına rağmen bir karga kadar bile olamadığını göstermek için ölüsünü gömmeye çalışan bir karga gönderdi. Evet onca donanmışlığına, bencilliğinin beslediği onca kibrine ve onca büyüklük iddiasına rağmen Kabil bir karga kadar bile olmamıştı. Zaten büyüklük taslayanlar gerçekte hep böyle çaresiz ve zavallıydı.
Peki sonunda Kabil muradına erebilmiş miydi? “Muhakkak ki Allah'ın ahdi zalimlere erişmezdi”. Nerede bunca cürümü işleyen Kabil'e erişsindi. O pişmanlıklar içinde ömür sürdü ve pişmanlık içinde ahuzar ile emanetini teslim etti. Ve belkide çektiği pişmanlıklar çekecekleri yanında hiçbir şey değildi.
Bize odan ne kadar miras kaldı bilemiyordum ama hiç kalmadı da diyemezdim. Zira “nefsi temize çıkarmaya çalışmak” bile nefsin azgınlığının işaretiydi. Bilemiyorum gerçekte Adem'in oğlu Habil gibi mi olmuştuk yoksa atamız olması daha muhtemel Kabil'e mi benziyorduk. Daha doğrusu Adem'in izini mi sürüyorduk yoksa çaktırmadan, düşman deyip lanetlediğimizin yolundan mı ilerliyorduk. Belki de ne Habil ne de Kabil'dik. İki ara bir derede kalmıştık. Ne bütün benliğimizle teslim olabiliyorduk nede tamamen reddedebiliyorduk. Ne yardan ne de serden geçemiyorduk. Ve belki de iki yakamızın bir türlü bir araya gelmemesi de bu yüzdendi. Zira bütün büyük iddialarımıza rağmen biz gerçekte Allah'tan gelecek en ufak lütuflara bile muhtaç zavallılardık. Ve önemli olan kendi yerimizi bilmemiz ve ona göre istikamet tutturmamız değil miydi?
Şu halde Kabil'in bağrını yakanlar kendi bağrını yaksa bile Habil gibi olmaya çalışanlara ne mutlu!
Zira önemli olan salihlerin ardınca doğru bir istikamet tutturup o yolda düşe kalka da olsa son nefesi verip emanetini sahibine teslim edinceye kadar yürüme azmi göstermek değil miydi?
3 yorum:
eline sağlık ahmet abi.
bıze olması gereken kendımızı hatırlattıgın ıcın. nefıs ve benlıkten yana olmak kabıl olmakmış. Allah rızası ıcın en guzelı verememek sozle, dılle, tebessumle bıle olsa kabıl olmakmış.
selametle
Merhaba abi.
"...Tarihin muhtevası sadece insan oğlunun bencilliği ve ezeli iktdar savaşıdır ,maddi ,zalimane hayvani...iktidar savaşı.Dünya tarihi ,güçlünün zayıfa yönelik şiddetine dair sonu gelmeyen bir hikayedir.Zamanla yarıştır, kar yarışıdır, güç ve servet yarışıdır..."
Herman Hesse Boncuk Oyunu isimli romanında romandaki bir karakterin ağzından tarih için böyle bir yorum yapmış.*Peygamber olmayan ilk insanların bu hikayesini okuyunca bu yoruma hak vermemek elde değil.İyilik gibi kötülükte dünya durdukça var olacaksa,
kötülüğe karşı iyilik tarafında Habil gibi olmamız duasıyla.
Emeğine sağlık abi..
*Herman Hesse'nin yorumu Aliya İzzet Begoviç'in Özgürlüğe Kaçışım Zindan Notlar isimli kitabında yaptığı alıntıdan alınmıştır. :)
İnsanın bir yere gidebilmesi için önce kendi konumunu doğru kavramsı gerekir. Bu sebepten olsa gerektir ki "kendini bilen rabbini bilir" diye buyrulmuştur.
Yorum Gönder
Genel ahlak kuralları dahilinde istediğiniz şekilde eleştiri ve yorum yapmakta özgürsünüz!