Tanır mısın “iyiciği”, o iyilerin küçük ve sevimlisini, yani Huseyni? Peki abanın altındakileri? Hani “Ey Ehlibeyt Allah sizi kirden temizlemek istiyor” buyrulduğunda O Pak'ın abası altına toplayıp kendileri için “bunlar benim Ehlibeytimdir ya Rab, onları kirden arıt” diye niyaz ettiklerini. Yine lanetleşmek için “kadınlarınızı kadınlarımızı, çocuklarınızı çocuklarımızı, kendimizi kendinizi” getirelim dendiğinde O Pak'ın sabah şafakla abası altına kimleri toplayıp kararlaştırılan yere gitmek için hazırlandığını ve onları görenlerin “bu gün karşımızda öyle bir topluluk var ki dağın yok olmasını isteseler dağ yok olur” deyip bundan vazgeçtiklerini ve O Pak ile anlaştıklarını.
Tanır mısın Hüseyn'i, dedesinin kucağında hani dedesi ona sımsıkı sarılmış, dudaklarından öpmüş ve “gül kokulu reyhanım” demişti. Peki bilir misin Huseyn'i hani O Pak dedeleri ağabeyiyle onu kucağına alıp “bunlar cennet gençlerinin efendisi” demişti, yine hani O Pak Dedeleri mescidde konuşma yaparken onlar mescide girdiğinde dayanamayıp konuşmasını kesmiş ve onlara sarılıp öpmüş ve “bunlar insanlar için fitnedir” demişti. Hatırlarsın değil mi nasılda mimberden fırlayıp aşağı inmişti onlar sendelediğinde...
Hani demişti ya “sizin en hayırlınız benden sonra Ehlibeytime en hayırlı davranışı olanınızdır” diye, ve bizi “Ehlibeytime karşı tutumunuzda size Allah'ı hatırlatırım” diye uyarmıştı. İşe o Ehlibeytin küçük incisiydi Huseyn. Kendisiyle oynamaya doyamadığı dedesinden ayrılmıştı ilkin. O Pak dedesi onları ümmetine yadigar bırakmış ve Refiki alasına (yüce yoldaşa) kavuşmuştu. Ve dedesi ardından O'nun yokluğuna bir türlü alışamayan ve Onsuz dünya kendisine ıssız çöl gibi gelen Huseyn, kendisine sarılmaya doyamadığı Ehlibeytin “kevserini” biricik annesini de göndermişti dedesine.
O çalkantılı yıllarında O Pak dedesinin nefsinden bildiği “ilim şehrinin kapısı” babası Murteza onun en büyük sığınağı olmuş ve onun terbiyesini üstlenmişti. Ve ne güzel terbiye etmişti onları. Öncelikle hiç kimseyi incitmemeyi öğretmişti onlara, sabırlı ve anlayışlı olmayı ve davranmayı. Öğrenirken saygıyla öğrenmeyi. Öğretirken ezmeden öğretmeyi.
Yıllar yılları kovaladı, hilafet sunulduğunda Haydar-ı Kerrara ilkin “sizin dünya işlerinizin benim katımda keçinin aksırığından daha fazla bir değeri yoktur” demişti. Evet iktidar hesaplarının hakkın hükümran olması derdini geçtiği bir yerde nasıl keçinin sümüğünden daha değerli olsundu. İnsanların “ biz seni seçtik sana düşen görevini yapmak sorumluluktan kaçmamaktır” dediklerinde onlara “herhal ve şartta bana itaat edeceksiniz” dedi. Onlar da bunu kabul etti.
Derken kendine ciddi bir destek göremediği için Medine'yi terk eden babaları Murteza da kendisine her hal ve şart altında itaat edeceklerine dair söz verdikleri halde sonradan sözlerini çiğneyenlere kırgın bir şekilde dünya dediğimiz bu sahneden ayrıldı.
Aslında Murtezayı terk edenler pek de haksız sayılmazlardı. Zira O'nun kendine bile hayrı yoktu ki nereden onlara hayrı dokunacaktı. Kendi günlerce oruç tutar karnına taş bağlar ama garibanlara yiyecek dağıtırdı. Kendisine açıktan para vermesini isteyen kör kardeşi Akil'e bile kızgın maşayı uzatmıştı nerede onları kayıracaktı. Çünkü Onun kitabında bal tutan parmağını yalamazdı. Bal küpü de parmak yalama sevdasıyla tutulmazdı.
Babasını yarı yolda bırakanlarla iş yapılamayacağını bilen ağabeyi Hasan halifelik isteyen ama krallar gibi davranan ile “kendisinden sonra Hüseyin'in halife olması şartıyla” uzlaştı.
Ama namzetlikten krallığa terfi edenin Hasan'ı bırakmaya hiç niyeti yoktu ve bırakmadı da. Zaten “Allah'ın baldan orduları” da vardı. Ve kalleşçe hesaplar krallığın şanındandı. Oysa sorarsan adları komploydu, konspirasiydi.
Zira salt iktidar için doğrulup, menfaat yapılanmaları kuranlar aslen nefislerine yenilmiş ve bir günlük olana meyletmiş kimselerdi. Onların dilleri ne derse desin yaptıkları hep tuğyana düşmek yani haddi aşmaktı. Oysa yapılması gereken “Allah için hakka çağıran adalet sahibi şahitlerden” olmaktı. Ve insanlar arasında adaleti yaymaktı. Ve nihayetinde kulların kullara tasallutunu yok etmekti.
Yıllar yılları kovaladı ve elbette krallar da ölürdü. Zira ölüm adildi ve “dilenciyi de sultanı da aynı haşmetle vururdu”. Onun okundan hiç kimse de kurtulamazdı. Ama ölmeden önce yapacağını yaptı yerini kaybetmek istemeyen yalaka valisine uyup zaten içinde gizlemekte olduğunu herkese ifşa etti. Oysa o valinin günleri zaten sayılıydı. Ama sonsuz arzuları bu görmesinin önündeki en büyük engeldi.
Artık yerine geçecek olan oğlu Yezid'di, ve böylece bir anlaşma daha çiğnenmiş oldu. Babasının işi krallıktı Yezidin ki ne olacaktı, elbet alemlerden kafa kaldırabilirse milletin işleriyle de ilgilenecekti. Ama nasıl ilgilenirdi o belli değildi aslında bilene gün gibi aşikardı.
Derken haber Medine'ye ulaştı. Hemen Huseyn'den biat almak lazımdı. Lakin Huseyn buna yanaşmayıp, bir gece Mekke'ye geçti. Zira Medinelilerden ümit yoktu belki hacca gelenlerle beraber Mekkeliler bir ümit verebilirdi. Oysa insanlar hep başka başka hesaplar peşindeydi. Herkes Huseyn'e akıl verip durmaktaydı. Fakat Huseyn'e lazım olan destekti. Kimileri O'na Yemen'e gitmesini tavsiye etti. Oradaki taraftarlarının ona destek vereceklerini söyledi. Oysa onlar Huseyni hiç davet etmemiş ve destekleyeceklerini ifade etmemişlerdi.
Huseyn Mekke'dekilerde de ümit olmadığını anlamıştı ki Kufe'den mektuplar yağmaya başladı. “Gel” diyorlardı. “Yemişler büyüdü gel”, “sular çoğaldı gel”, “yiğitler güçlendi gel” ... Huseyn onları tanırdı babasına yaptıklarını da çok iyi bilmekteydi. Ama başka ümit veren kalmamıştı. Ya zilleti kabul edecekti. Ya da ölüm pahasına ümidi körükleyecekti.
Zira diğerleri tavırlarıyla Huseyn'e bu oldu bittiyi "sineye çek" demek istiyorlardı. Sineye çek ve yokmuşsun gibi yaşa ki bizimde rahatımız bozulmasın, sineye çek ve yokmuşsun gibi yaşa ki gerçek kimliğimiz ortaya çıkmasın... Oysa bütün geçmişiyle ve gerçekliğiyle Huseyn vardı. Ve olanlar olmamış gibi yaşaması diriyken ölmesi demekti. Ve kimliği sebebiyle mümkün değildi. O Pakın evladı “Bugün ben buna rıza gösterirsen yarın hiç kimse, hiçbir zulme karşı ses çıkarmaya yol bulamaz” dedi. Ve gerçekten de öyleydi. Kim bir zulüm karşısında ses çıkarmaya kalksaydı. Kendisine Peygamberin torunları bile ses çıkarmadı denecekti. Ve O direnişçi meşruiyet için kendisine hiçbir dayanak bulamayacaktı.
Bu Huseyn'in misyonuna ve kimliğine ihanet etmesi demekti. Ama bu onun dışında pek kimseyi ilgilendirmiyordu. Oysa ilgilendirmeliydi. Bugün rahatlarına dokunulmasın diye küçük bir sıkıntıya göğüs germekten sakınanlar yarın çok daha büyüklerinin altında ezilecekti.
Zaten onlar daha önce babasını da desteklememişlerdi. Ve Huseyn'de ümitsizlikten milyonda bir ümide doğru yola çıkmaktan başka bir yol bulamadı. Biri hariç Mekke ve Medine'de Onu düşündüğünü iddia edenler yine “babanı sattılar seni de satarlar” diyorlardı. Oysa onlar Kufelilerden çok önce “az bir dünya metaına” kendileri Huseyni satmışlardı. Halbuki babaları ve dedeleri Onun dedesine sahip çıkarak şeref bulmuş ve ölümsüzleşmişlerdi. Ve kendileri böyle bir nimeti tepti. Ama bu sadece geçici bir rahatlıktı.
Oysa Kufe'den mektup yağmaktaydı. Elçi olarak Kufe'ye gönderdiği Muslim b. Akil de kendisine binlerce kişinin biat ettiğini bildirdi ve “gel” dedi.
Ve O biri Ona “ben senin yerinde olsam giderim” demişti, oysa ona düşende Zuheyr gibi ona omuz vermek ve dert ortağı olmaktı. Halbuki o, O'nun gölgesinden kurtulmak istiyordu.
Evet Zuheyr gibi omuz vermekti. Aslında Zuheyr Huseyn'i hiç sevmezdi. Kufeliydi ama Huseyn'e muhalifti. Hacdan Kufe'ye dönüyordu. Huseynle karşılaşmamak için çok uğraşmıştı ama kimse kaderinin önüne geçemezdi. Ve bir gün bir yerde konaklamışlar, arkadaşlarıyla sohbet ediyorlardı. Derken Huseyn'in Kufe'ye giden kervanı onların olduğu yerede konakladı. Ve Huseyn onu ziyaret etmek için adam gönderip izin istedi. O ise reddetti. Karısı “sen ne biçim adamsın Peygamberin torunu gelmiş seni ziyaret etmek istiyor sense onu reddediyorsun, halbuki senin onun yanına gidip onu görmek gerekir” demişti. Baktı ki karısı haklıydı. Kalktı Huseyn'in çadırına gitti. Onunla görüştü. Onu görünce dedesini hatırladı, onun dedesi yanındaki konumunu ve Kufelilerin Ona bunu yapacağını anladı. İmanı, Huseyni yalnız bırakmasına müsaade etmedi.
Dönünce arkadaşlarına “sizi sonunda büyük bir zafer ve bol ganimet olan bir savaşa çağırırsam gelir misiniz” dedi. Aldığı cevap “elbetti”. O “şu halde peygamberin torunu Huseyn'le birlikte şehit olmaktan daha büyük bir zafer ve onun karşılığında alacağın cennetten daha büyük bir ganimet yoktur” diye devam etti. Sonra karısına ağabeyiyle babasının evine gitmesini tavsiye etti.
Yolda daha pek çok kişi onlara katıldı. Ama bunlar ilk olumsuz haberle sönecek balonlardı. Ve Huseyn adına Muslim'e biat eden binler iş ciddiye binince kendisine ihanet edip Onu yapayalnız bıraktıklarında ve bunun haberi Huseyn'e ulaştığında hemen patlamışlardı. Huseyn siz gidin demeden gitmeye başlamışlardı. Oysa onlarda Huseyn gidin deyince ağaı kalkan Zuheyr gibi “ey Resulullahın evladı, muhakkak dünya ebedi olsa ve bizde orada baki kalacak olsaydık bile orayı terk eder senin dert ortağın olmak için buraya gelirdik” demelilerdi.
Bu halleriyle mucizeleri görünce etrafına toplandıkları Mesih, sözde alimlerin temsil ettiği müesses nizam ile takışınca etrafından kaçışanlara ne çok benziyorlardı. Ve Huseyn çağrılıp, terk edilen sonra da ihanete uğrayan İsa'ya ne çok benziyordu. Aslında bu haliyle Huseyn bu ümmetin İsa'sıydı. Ve aslında bu ümmetin kendinden öncekilerden hiçbir farkı da yoktu. Ve sonunda Huseyn'e ihanet edenler de aynen İsa'ya ihanet edenler gibi çarpılmışlardı.
Derken Kufe'ye yaklaştıklarında yolları Hur bin Yezid'in komutasındaki bir birlikçe kesildi. Kufe'de ise seferberlik vardı. Bir zamanlar Huseyn'e “gel” diyenler şimdi O'nu boğazlamak için bir birleriyle yarışıyorlardı. Zira hem Yezid'in adamlarınca tehdit edilmişlerdi hem de kendilerine nimet sözü verilmişti. Bu halleriyle ne sefih, ne zavallılardı.
Huseyn Hur'e “beni siz çağırdınız şimdi ne diye önümü kesiyorsunuz” dedi. Hur "benim bu konuda bir bilgim yok, bana sizi durdurmam emredildi" dedi. Ve kervan çölün ortasında develerinden indirildi. Husyen sordu “burası neresi” diye, aldığı cevap “Kerbelaydı”. Artık menzile varılmıştı. Ve O kaderine çoktan razıydı. O yapması gerekeni yapmıştı ama nankörlüğü en büyük özelliği olan varlık insandı. Ve zaten çiğ süt de emmişti. Oysa onlara düşen onun yolunu kesmeye değil karşılamaya adam göndermekti.
Ertesi gün herkes Nuhayla'da toplanmaktaydı Abdullah b. Umeyr onları gördüğünde “burada ne oluyor” diye sordu. Ona “bunlar Rasullullah'ın torunu Huseyn'in üzerine gitmek için burada toplanıyorlar” dendi. Oda evine gidip karısına “bugün öyle bir cihad fırsatı yakaladım ki hiçbir cihad bunun kadar eftal olamaz” dedi. Karısını “o ne cihadıdır öyle” sözüne “Rasulullahın torununun üzerine yürümeye giden şu adamlarla savaşmaktan daha büyük bir cihad ve bundan büyük bir şehadet yoktur, ben gidiyorum” dedi. Karısı “ben seni asla bırakmam beni de götür” dedi.
O gece Huseyn'in yanına gelmişler ve O'na dert ortağı olmuşlardı. Böylece artık onlarda Ehlibeytenlerdi. Derken dedesinin ok atarken “at saad at, anam babam sana feda olsun” dediği Sad bin Ebu Vakkasın oğlu Ömer, 4 bin kişiyle Kerbeladaydı. Ömer az bir dünya metaına yani bir valiliğe ahiretini satmıştı. Oysa oda ona yar olmayacaktı. Ama hırsı gözünü kör etmişti.
Zuheyr kendilerine karşı gelenlere “ey Kufe halkı siz geceler boyu Kur'an okur, gündüzleri oruç tutar, seher vakitlerinde çokça Allah'ı zikredersiniz, amellerinizi bu şekilde heder etmeyin” dedi. Evet bu amellerin hepsi aslında bizi muhkem kılmak içindi. Muhkem olalım ki dünyaya saplanıp kalmayalım. Muhkem olalım ki ayaklarımız kaymasın. Muhkem olalım ki sapmışlardan olmayalım. Muhkem olalım ki gazaba uğrayanlardan olmayalım diyeydi. Oysa Huseyn'e karşı kılıç çekmek, amelleri yok etmek, hayatı boşa yaşamaktı.
Ama çağırıp ihanet edenlere nasihatin ne faydası vardı. Derken Huseyn'in hiçbir hatırlatması ve uyarısı fayda vermedi. Hiçbir uzlaşı teklifi kabul edilmedi. Bunu gören Hur'ün bile bunu kalbi kaldıramadı. Atını Huseynin yanına sürdü atından indi ve “beni affet” dedi. “Ben bunların böyle yapacaklarını bilseydim hiç senin karşına çıkarmıydım” diye ekledi. Ve “şimdi Müsaade edersen senin önünde ölünceye kadar kılıç sallamaya geldim” diye devam etti. Huseyin “anandan doğduğun gün gibisin, affedildin” dedi.
Ve bundan hicri 1371 yıl önce 10 Muharrem 60 Aşura günüydü ki Huseyn döndü ve “eğer kanım dökülmeden ayakta durmayacaksa ceddim Muhammedin dini ey kılıçlar alın beni parçalayın bedenimi” diye haykırdı.
Aynende öyle yapmışlardı. O uğruna başlar feda başını, kralların adeti üzerine kesip Şam'a göndermek için kesmişlerdi. Ayrıca vücudunun üzerinde atlarla tepinmiş ve tüm kemiklerini kılmışlardı. O böylece yanındaki sadıklarla birlikte, şehadete atlamadan önce omuzuna dokunan Zuheyr'in ifadesiyle “Dedesi Rasulullah'a, şehitlerin efendisi amcası Hamza'ya, babası Murteza'ya, annesi Fatıma'ya, amcası çift kanatlı şehit Cafer'e ve ağabeyi Hasan'a kavuştu”.
Dünyaya gözlerini kapadıktan 50 yıl sonraydı ki artık Muhammed'in Ehlibeyti O dedeyle şeref bulduklarını iddia edenlerce ya doğranmıştı ya da esir edilmişti. Kolları artık zincirliydi. Oysa onlar O Pakın yadigarlarıydı. Ve O Pak aşağılarcasına sopa vurulan o dudakları öpmeyi ne çok severdi. Onların hatrı yoktuysa bile dedelerinin de mi hatrı yoktu. Demek ki yoktu. Ümmetinden olmak sadece boş bir iddiaydı.
Husyenin ardında davasını sürdürecek bacısı Zeynep ve oğlu Ali kalmıştı. Zeynep asla susmadı. Ve her yer ve zeminde Huseyn'i savundu. Onları yaptıklarından dolayı kınadı. Eli kolu bağlı Ali ise yapabileceği tek şeyi yaptı ve hepsini Allah'a havale etti. Ve Allah'ta kendisine havale edilen dava hususunda hükmünü verdi.
Peki Allah'ın hükmü neydi? Yapanların yaptıkları yanlarına mı kaldı? Tabi ki hayır Allah Huseyn'in intikamı için ilk önce onu katledenleri ve satanları birbirlerine düşürdü. "Onlara birbirlerinin hıncını tattıdı". Ve Aşura gününün üzerinden birkaç yıl geçmemişti ki hepsi birbirini boğazladı.
Ama bu işten kurtulmak bu kadar kolay değildi. Henüz gençti ama dünya, Yezide de kalmadı o da 4 yıl geçmeden o hiç kimseyi es geçmeyen ölümün ani vuruşuyla sarsıldı. O yaptıklarıyla yüzleşmeye gitmişti ki sıra Huseyni rahatları bozulmasın, kanları dökülmesin, ırzlarına dokunulmasın ve kendileri iktidar olsunlar diye satanlara gelmişti.
Olayın 5. yılında Allah felaketi önce Ali'ye kıyan ve Hüseyne yüz çeviren Haricilere gönderdi. Ve onların iktidarını yerle bir etti. Ardından felaket Medine'ye geldi. Medineye girdiğinde kralların adeti üzere askerlerine üç günlük yağma hakkı verdi. Böylece Huseyn'i rahatı bozulmasın diye satanların rahatı bozuldu, kanı dökülmesin diye satanların kanı döküldü, ırzına halel gelmesin diye satanların ırzına geçildi. Ve görüldük ki bunların hiçbiri Müntekim için Huseyn'den daha değerli değildi.
Felaket bir kez patlak vermişti ve sıra Mekke'ye gelmişti. Huseyni kendi iktidarı için satanların iktidarı yok edildi. Ve felaket asıl menzili olan Irak'a yerleşti. Ve yıllarca Huseyni satanlara yıllarca kan kusturdu.
Bu felaket ne miydi? Bu felaketin adı Haccac bin Yusuf, unvanı ise Haccac-ı Zalimdi. Aslında önceden böyle değildi ilimle uğraşırdı ama sonradan tozuttu. Tozuttu mu? Bilmiyorum. Belkide sözde ilim sahiplerinin güç sahipleri önünde ilimlerini bir kenara atıp nasıl eğildiklerini görünce "demek önemli olan ilim değil güçmüş" demişti. Ve güç sahiplerinin davrandıkları gibi davranmıştı. Öyle yada böyle sonunda “eden buldu”.
Aynı İsa'ya edenlerin bulduğu gibi, tir tir titrediği gibi. Hani “ikinci kez azdıklarında üzerlerine güçlü kulların gönderildiği” gibi. Nasıl ki Allah, kendilerini Allah'a adadıklarını iddia eden bu sözde muvahhitlere karşı putperestleri tercih etmişti. Belli ki de şimdi berikilerin yaptıklarına karşı bir zalimi tercih etmişti. Sonuçta “hüküm de mülk de Allah'ındı”. O arza dilediğini hakim kılardı.
Zaten değer sahibinin değerini bilecek değere sahip olmadığı halde, rol yapanların Allah katında ne değeri olabilirdi. Ve niçin onları diğerlerine tercih etsindi. Diğerleri en azından berikilerden daha dürüsttü ve yaptıkları pisliklere Allah'ı dayanak kılmıyorlardı. Ve O'nu kendi heva ve heveslerini saklamak ve meşrulaştırmak için kullanmıyorlardı.
Ve O sonunda Ashab-ı Kerbela'yı kabullerin en güzeliyle katına kabul etti. Diğerlerini ise perişan etti. Bu dünyadaki perişanlıktı ahitteki muhakkak ki bununla kıyaslanmazdı.
Bilene bundan böyle her gün Aşura ve her yer Kerbalaydı. Aşuraydı zira Huseyni bilmeyen Muhammedi ne bilsindi? Bildiği ancak vehimdi. Kerbelaydı zira o kanlar boşuna akıtılmamıştı. Ve o kan kıyamete kadar haddini aşan her azgına asla meşru olamayacağını haykıracaktı.
Aslında bu yaşananların ve anlatılanların hepsi ibret içindi. Ders alanım ve kendimize çeki düzen verelim diyeydi. Ne amellerimize nede geçmişimize güvenmeyelim diyeydi. Asıl olanı doğru dürüst kavrayalım diyeydi. Ve sahip çıkmamız gerekene, sahip çıkmamız gerektiği anda sahip çıkalım da sonra pişman olanlardan olmayalım diyeydi. Ve verdiğimiz söze sadık kalalın diyeydi.
Şu halde payına düşeni alana ne mutlu!
Tanır mısın Huseyni?
Gönderen
AmaTT
zaman:
23:17
Etiketler:
Ali aba,
Aşura,
Aşure,
Ehl-i Beyt,
Ehlibeyt,
Huseyn,
Hüseyin,
İmam Huseyn,
İmam Hüseyin,
Kerbela
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
4 yorum:
Merhaba abi,
Hz.Huseyin'in Kerbela'da aşkını ispat edip aşk şerbetini içmesinin yıl dönümüne yaklaştığımız şu günlerde bize İmam Huseyn'i hatırlattığın için Allah razı olsun.
Bu yazıyı okuyan ve biraz olsun vicdan sahibi olan herkes İmam Huseyine vah çekecek ve ona karşı tavır alanlara ve onu Kerbela'da satanlara ah edecektir.
Bununla birlikte Hz.Huseyin'in derdi sadece,önceden yapılan anlaşmaya sadık kalınmaması sebebiyle halife öldükten sonra onun yerine geçememek değildi elbet.Benim bu noktada soracağım şey Hz.Huseyin'e Kerbela'ya gitmeyi kaçınılmaz kılan ve Hz.Huseyin'e Kufe halkının çağrı yapmasına sebeb olan İmam Huseyin'in zulum olarak adlandırdığı tutum ve davranışlar nelerdi.Bu konuya daha fazla açıklık getirirsen sevinirim.
Son olarak İnşaallah bizlerde Hz.Huseyin gibi aşk ile yaşar ve aşkla ölürüz.
Öncelikle temennine amin diyeyim. Sonra Niçin Huseyni seçmemiz gerektiği ve Huseyn'in asıl derdinin ne olduğu konusunda 15-20 gün sonra müstakil bir yazı yazacağım. İnşaAllah.
Allah razi olsun.. Emeginize, yüreginize saglik. Yazinizin devamini sabirsizlikla bekliyorum.
Saygilarimla
Fatma P.
İlginiz için teşekkür ederim.
Yorum Gönder
Genel ahlak kuralları dahilinde istediğiniz şekilde eleştiri ve yorum yapmakta özgürsünüz!