RSS
email

Medeniyete limon sıkmak!

Soyut düşünce ve inançların somutlaşarak medeniyete dönüşebilmeleri için öncelikle yerleşik bir toplum oluşturmaları ve sonrasında kurumsallaşmaları gerekir. Zira taşın yerinde ağır olması gibi ancak yerleşik olan toplumlar kurumsallaşarak rafine uzmanlıklara ulaşılabilir ve ancak bu rafine uzmanlaşmalar sonrası Medeniyetlerin övünç kaynağı olan gerek maddi gerekse manevi muhteşem eserler ortaya koyulabilir.

Kurumsallaşma sayesinde kökeninin İdrise vardığı söylenen Mısır Medeniyeti Devasa Piramitler ve muhteşem tapınaklar ortaya koyabilmiş ve bunların duvarlarını o günün düşünce dünyasının en muhteşem ifadeleriyle donatmış, tıpta, astronomide ve daha pek çok alanda ileri bilgi düzeylerine ulaşabilmişler ve kurdukları dev kütüphanelerde bu bilgileri sonraki nesillere aktarma yöntemlerini ortaya koymuşlardı.

Yine temeli Mısır Medeniyetine dayanan Yunan ve Yunana dayanan Roma Medeniyeti de aynı şekilde kurumsallaşarak bilgi ve birikimlerini geliştirmişler ve daha da ilerilere adım atma güç ve imkanını bulabilmişlerdir.

Öte yandan devamı olduğumuz Yahudi algılayışının kendi küçük gruplarını merkeze koyan ve tüm insanlık tarihini bu çerçevede şekillendiren kabulleri sebebiyle Kur'an'da bahsedilen hangi peygambere dayandığını tam olarak bilemediğimiz inançları ve düşünceleriyle doğu toplumları da temelde çok farklı olmayan düşüncelerle yola çıkmış ve düşüncelerini somutlaştıracak ve sonunda doruğa çıkaracak kurumları kendi bünyesinde oluşturmayı başarmışlardır. Bu şekilde günümüz teknolojisinin temelini de oluşturacak pek çok yeniliği dünyaya tanıtmışlar ve antik çağlardan buyana daima bilgi ve felsefenin merkezi olmayı sürdürmüşlerdir.

Aslında bir bütünün parçası olan ve rehberimizin kendisini “binanın son tuğlası” olarak ifade etmesine rağmen bizim bir çeşit evrimci anlayışla Muhammed Mustafa ile başlatarak zihinlerimizde diğerlerinden ayırdığımız İslam medeniyeti de benzer süreçleri yaşayarak kurumsallaşmış ve İslam Tarihi dediğimiz süreç içerisinde pek çok kez doruk yaparak muhteşem eserler ortaya koymasını bilmiştir. Ve günümüzde de kendi yolunu günümüz şartlarında devam ettirmektedir.

Peki temelde benzer düşüncelerden hareket eden fakat zaman içinde farklılaşan medeniyetler birbirlerinden gerçekte ne kadar farklıdırlar? Ve var sayılan farklılıkları, söylendiği üzere algılayış farklarından kaynaklanan köklü farklar mıdır yoksa aynı şeylerin farklı şekillerde somutlaşması ve ifade edilmesinden kaynaklanan bir yanılsama mıdır?

Bunu doğru bir şekilde ortaya koymak için medeniyet ortaya koymuş toplumların temel kurumlarına bakmamız gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında tarih içindeki bütün medeniyetlerin temel olarak üç kuruma dayandığı görülecektir. Bunlar Krallar tarafından temsil edilen silah sahipleri, Din adamları tarafından temsil edilen ilim sahipleri ve Tüccarlar tarafından temsil edilen esnaf ve zanaatkar ve ziraat erbabıdır.

Bunlar kendi içlerinde örgütlenerek içinden çıktıkları toplumun Medeniyet ortaya koyabilmesi için gerekli rafine uzmanlıkları oluşturmuşlar ve daha sonra bu uzmanlıklar çoğunlukla toplumsal sınıflara dönüşmüşlerdir. İslam Medeniyeti dediğimiz toplumsal örgü, Muhammed Mustafa'nın sınıfları reddeden ve insanların “bir tarağın dişleri gibi eşit” olduğunu ifade eden beyanları sebebiyle zahiren sınıfları reddetmiş buna karşı toplumda adı konmamış bir sınıf sistemi daima var olmuştur.

Bu yapılar bütün medeniyetlerde hemen hemen ortak yapılara sahip olmuşlar farkları genellikle nitelik değil nicelik farklarıyla sınırlı kalmıştır. Örneğin kimi medeniyetlerde saraylar, devasa boyutlarda şehir içinde şehir olacak şekilde büyük iken kimisinde onlarla kıyaslandığında çok daha mütevazı yapılar şeklinde şekillenmişler fakat örgütlenme tarzları açısından birbirlerinin kopyaları olmuşlardır. Bu bağlamda saray gelenekleri antik çağlardan günümüze kadar çok az değişiklik göstermiştir. Hatta günümüzdeki devlet geleneklerinde bile bunların türevleri mevcuttur.

Yine böyle bir kurumsallaşma sonucu Muhammed Mustafa döneminde müslümanların ibadet merkezli buluşma mekanı olan mescitler (camiler) kurumsallaşma sonrası kendinden öncekilerin yolunu takip ederek kutsal tapınma mekanlarına dönüşmüş ve asli fonksiyonunu kaybetmiş izole tapınma alanlarına dönmüşlerdir.

Bu kurumsallaşma ve neticesinde oluşan sınıflaşma her ne kadar uzmanlaşmayı getirse de sonuçta insanı hakikatin değer sahibi muhatabı olmaktan çıkarıp bir mekanizmanın parçası, dişlisi, sisteme gerekli gücü veren pil haline sokmuştur.

İnsanların işlerini kolaylaştırmak ve daha mutlu olması için kurulan kurumlar, zamanla kendileri sebebiyle insanların birbirlerine daha az muhtaç olmaları ve dolayısıyla birbirleriyle olan bağlarının zayıflaması sebebiyle insanların birbirlerine karşı duyarsızlaşarak yalnızlaşmalarına neden olmuşlardır. Ve ayrıca asıl varlık sebepleri göz ardı edilerek varlıklarının devamı için insanları öğüten dev öğütücülere dönmüş ve mutlu etmeyi hedef aldıkları fakat değersizleştirerek dişliye çevirdikleri insanı ezmeye başlamışlardır.

Artık onların amaçları ve araçları yer değiştirmiş başlangıçta hedeflerini gerçekleştirsinler diye çevrelerinde oluşturdukları yapı menfaat yapısına ve hizmet ettikleri var sayılan insanlar da bu yapıyı devam ettiren araçlara dönüşmüştür. Ve buna maalesef İslam Medeniyeti olarak adlandırılan yapıda dahildir.

Oysa bütün Medeniyetlerin temelinde yatan hakikat bir taneydi ve bu yüzden bütün dinler sadeleştirildiklerinde hepsinin ortak bir mesaja sahip oldukları ve bu mesajın kısaca “birbirimizi rabler edinmeyelim” yani kimseye ve kuruma kutsiyet atfedip Allah'ın kullarını başkalarına kul yapmayalım olduğu görülecektir.

Yine bütün bu mesajların özünde insanlar teba, taraftar, oy deposu, nefer, işbirlikçi, ortak, müttefik vs. değil hakikatin ve onun taşıyıcılarının muhataplarıdırlar ve bu halleriyle değerlidirler.

Odağa kurumları koyan Medeniyetlerin aksine elçiler odağa insanı koymuşlardır. Dolayısıyla kurumları yaşatmaya çalışanlar karşısında insanı yaşatmanın önemini vurgulamışlardır. Ve bu halleriyle elçiler, gerçekte medeniyete limon sıkmaya ve insana asıl olanın ne olduğunu hatırlatmaya ve bu hatırlatma uyarınca pratik örnekler sergilemeye gelmiş kimselerdir. Ve bu Mustafa'nın genel pratiği yanında “bir toplumun efendisi ona hizmet edendir” ifadesinde kendisini göstermiştir.

Onlar ne bir ideolojinin ne de bir medeniyetin temsilcileri olmayıp, kendini ve hayatı bilme ve hakikati kavrama yolunun başlatıcısı Adem'in temsilcileridir. Adem kulluğun gereği olarak abartıdan uzak sadeliğin ve insanın kendini bilmesinin temsilcisiyken Medeniyetler daima abartılar üzerinde hayat bulmuşlar ve kendilerini ifade etmişlerdir.

Bu açıdan bakıldığında Kabe bütün sadeliğiyle bu hakikatin hatırasını çağlara taşıyan bir nirengi noktası bir hatıradır. Hac da bu hatıranın canlı tutulmasına ve insanların kendi gerçeklerine seyahat etmesine olanak tanıyan bir yolculuktur.

Şu halde medeniyet heyulalarının ardındaki sadeliği ve duruluğu görüp, abartılı söylemleri terk ederek “neyi kaybettiğini hatırlayanlara” ne mutlu!

Bookmark and Share

7 yorum:

Fish Eats Croissant dedi ki...

Kainatın Efendisi Muhammed Mustafa (s.a.v.) ne para, ne koyun miras bırakmış; malı olmadığı için ne de vasiyette bulunmuştu.
Bu şekilde mal hırsı olmadan Ahmet abilerimiz gibi hakikat hırsı peşinde koşup ölenlere ne mutlu

muhabbetle,

gökhan dedi ki...

Merhaba Ahmet abi,
öncelikle emeğine sağlık.Allah razı olsun.
Medeniyet kurmanın ve bunu yapabilmek için kurumsallaşmanın gerçekte bizi hakikatten uzaklıştırmış olduğu iddiası günümüz medeniyetlerinin (müslümanların mensubu oldukları da dahil)insanlığa reva gördükleri ve bizlerin hali göz önünde bulundurulunca daha da güçleniyor.
Bununla birlikte medeniyetin ve kurumsallaşmanın odağa konmadığı bir toplum nasıl olmalıdır ve peygamberimizin medeniyeti ve kurumsallaşmayı odağa koymamak adına ne gibi uygulamaları olmuştur.Bu konulara biraz daha açıklık getirebilir misin?

Selametle.

AmaTT dedi ki...

Öncelikle Mustafa kardeşim hüsnü zannın için teşekkür ederim, ama bu benim için çok büyük bir iddia inşallah o yolda yürüyenlerden olabiliriz.

Gökan kardeşim bu aslında kurumsallaşmanın yan etkisi, belki bu etki, kurumları abartmayan, insanları kurumlara feda etmeyen bir anlayışla toplumun zihnine asıl amacın kurumları değil insanları yaşatmak olduğunu nakşederek aşılabilir.

Ayrıca bildiğin gibi Rasulullah döneminde, daha sonra Hz.Ömer döneminde ortaya çıktığı şekilde Beytul mal yoktu ve gelen vergi, zekat, ganimeti mescide yığılır üzerinden bir kaç namaz vakti geçtikten sonra bakara 177'de ifade edilenler başta olmak üzere hep ihtiyaç sahiplerine dağıtılırdı ve böylece bize paylaşımın esas olduğunu ifade edilmiştir.

Biz de bunlardan ilham olarak en uygun pratiği üretmek zorundayız.

:() dedi ki...

abi ben senin siteyi takip ediyom ama şimdi sen benim blogu görünce ne bileyim kıl kaparsın benden diyede on tırsak korkuyom ha? kim olursan ol gel diyosan gelirim:((

AmaTT dedi ki...

Burası çatlaklar tekkesi ve Sana "hoşgeldin" diyorum uçan tencere kardeşim :)

Adsız dedi ki...

tanıdığım bi tencere vardı bi zamanlar....acaba bu o mu...(ruyaavcisi:dedi..ve gitti...)

AmaTT dedi ki...

Adsız kardeşim http://ucantencere.blogcu.com/ adresini tıklarsan bu konudaki şüphelerin biraz daha azalır diye düşünüyorum.

Yorum Gönder

Genel ahlak kuralları dahilinde istediğiniz şekilde eleştiri ve yorum yapmakta özgürsünüz!

 
ip adresi
Bu blog BloggerV.com üyesidir.
Related Posts with Thumbnails
Clicky Web Analytics

Düşünce