RSS
email

PRENS - Hazreti Muhammedin 40 yılı



Hz. Peygamberin Hayatının 40 yılını Mekke'nin tarihi ve o günün dünyasının gerçekleriyle birlikte anlatmaya çalıştığım belgesel roman türü eserimi ilginize sunarım.

https://www.kitapyurdu.com/kitap/prens--hazreti-muhammedin-40-yili/501770.html&filter_name=ahmet%20kald%C4%B1r%C4%B1m

7

Yesrib'den Medine'ye ...

Bir şehir düşünün kamplara bölünmüş. Bir şehir düşünün yüzyıllık kinler ve savaşlarla sarsılmış. Bir şehir düşünün acılar insanların bütün benliklerine işlemiş. Bir şehir düşünün ki sakinlerinin sakinlikten uzak. Ve kimse yarınından emin değil. Bir şehir düşünün küçük bir tartışmanın yüzyıllık kan davalarına dönüştüğü. Bir şehir düşünün ön yargıların yüce dağlardan daha yüksek olduğu. Bir şehir düşünün dostluk bir anlamını yitirmiş bir kelime olduğu. Ve iki kişiyi ancak menfaat birliğininin bir araya getirdiği.

İşte Yesrib de böylesi bir şehirdi. Belki de o bölge için bereketli sayılabilecek toprakları olmasaydı hiç kimse orada durmazdı. Birbirlerine güç yetirebilselerdi herhalde yine her şey çok farklı olurdu. Ya kimi kimini kovardı, yada kimi kimini köle ederdi. Tarih boyunca hep birbirlerini yemişler ama birlerini yenememişlerdi. Bir birleriyle didişip durmuşlar ama bir türlü birbirlerine güç yetirememişlerdi.

On beşbin kişilik kalabalığın doldurduğu evler yığını olan bu şehir, gerçekte hiç bir zaman bir şehir olamamıştı. Kendisini birleştirecek ve kimliğini verecek en azından bitmek bilmez kavgalara son verip yaşanılacak bir yer olmasını sağlayacak bir bakış açısına ne kadar da muhtaçtı.

Ve derken bir hac günü o bölgede ki pek çokları gibi Yesribliler'den de “gücü yeten ve ona yol bulan” bir grup İbrahim'in çağrısına kulak vermişlerdi. Ve dünyada yapılan ilk mabedin hatırasını ziyarete gelmişlerdi. Gerçi bu ziyaretler pek çoğu için sadece foklorik ve kültürel bir gezindiydi. Ama binler yine de gelmişlerdi. Yesriblilerin dikkatlerini panayırda çadır çadır dolanıp kendisine omuz verecek vicdanı uyanık birilerini arayan bir “mecnun” çekmişti. Onu dinledikçe söylediklerinin pek de “mecnun” işi olmadığını da farketmişlerdi.

Bu sesin sahibi, işi gücü insanların duygularını sömürmek olan ve onları sürekli tahrik ederek kendilerine yol ve menfaat bulan “demagog” ve “ajitatörlere” hiç benzemiyordu. O insanlara vicdanlarının zaten söyledikleri şeyleri söyleyip onları “insan” olmaya çağırıyordu.

Mesajında vicdanlarını susturmaya çalışanlar dışındakilerin kayıtsız kalamayacağı çok sade fakat cazibeli bir yön vardı. Söylediklerini duyan hiç kimse bunlar yalan veya yanlış diyemiyordu. Sadece vicdanına kulak tıkayanlar “bunlar eskilerin masalları” diyerek O'nu hafife almaya çalışıyorlardı. Oysa O “eskilerin masallarını” çok başka bir açından anlatıyor ve abartıya boğmuyordu. O sadece hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor ve insanı vicdanıyla baş başa bırakıyordu.

Yesribliler'den bir grup diğerlerine “bu sakın Yahudilerin sürekli bahsedip durduğu olmasın” diye sormaktan kendilerini alamadı. Olur muydu olurdu. Bir başkası “biz Ona Yahudilerden önce tabi olalım da bize karşı hiç bir kozları kalmasın” diyordu.

Derken O'nunla özel olarak görüştüklerinde, oturup kalkmasından, konuşup susmasından O'nun “O” olduğu hususunda hiç bir şüpheleri kalmamıştı. Ve O'na tabi olduklarını bildirip yanlarına bir eğitmen vermesini ve onları bir sonraki seneye beklemesini istemişlerdi. Buna birinci AKABE biyatı dendi.

Zaman zaten su gibi akar geçerdi. Nice yiğitlerin ve nice güzellerin suyunu sıkar posasını bir kenara atardı. Yine öyle oldu ve göz açıp kapayıncaya kadar bir sonraki sene geldi. Bu sefer çok daha kalabalıklardı. Zira Mus'ab kişiliğiyle onlara örnek olmuş ve Yesrib'de Medine'nin tohumlarını atmıştı.

AKABE'de ikinci kere toplandıklarında “gel! seni çocuklarımızı koruduğumuz gibi koruyacağız!” demişlerdi. Ve gerek Uhud'da gerek bütün grupların toplanıp onları boğmaya geldiği “ahzap” günü bu sözlerinde durduklarına tarih şahitti.

Artık yeni mekan belli olmuş Allah “yol yürümek” yeni bir “hayat kurmak” gayretinde olanların yollarını açmıştı. Ve yavaş yavaş vicdanlarına kulak verenler Yesrib'in yolunu tutmuştu. Yanında “yoldaşıyla” kendisini boğmaya çalışan şehirden ayrılırken bile o şehirde kendine güvenenlere karşı yüklendiği sorumluluğu ihmal etmedi. Oysa “sizden yalanlamadan ve ihanetten başka bir şey görmedim” diyebilirdi. Ve bütün emanetleri alıp götürebilirdi. Veya onları oracıkta bırakıp kaçabilirdi. Oysa O ardında, yatağında “vekilini” bıraktı. Vekili de hiç bir korku ve endişe duymadan O'nun yatağına girdi. Ve bütün görevlerini hakkıyla yerine getirdi. Çünkü O'nun vekili ancak öyle biri olabilirdi.

Derken “yoldaşıyla” Yesribe geldi. Ve ilk iş olarak Yesrib'de yaşayan bütün gruplarla bir anlaşma yaptı. Artık müslüman-putperest, arap-ibrani herkes kendi işine bakacak kimse kimsenin kuyusunu kazmaya çalışmayacaktı. Böylece insan gibi geçinip gideceklerdi. Bu birilerinin zihnindeki gibi güç kazanana kadar bir ara dönem değildi. Böyle diyenler ancak kendi bozuk niyetlerini kusarlardı. Zira kendileri olsa öyle yaparlardı. Oysa O “el-Emin” olandı. Ve O asla ikircikli bir ruh halinde olmadı. Hayatının hiç bir döneminde asla kuzey derken güneyi kast etmedi. Ama kardeşçe yaşamak ne kadar da zordu. Hele çatışmadan beslenenler için asla kabul edilemezdi.

O kimseyle ne putperest diye ne de Yahudi diye asla savaşmadı. Çünkü on beşbin kişilik şehirde müslüman topu topu bin beş yüz kişiydi. Üçte biri Yahudi gerisi de Putperestti. Onun savaştıkları O'na yaşam hakkı tanımayanlardı. Ve kendini boğmaya çalışanların gardını düşürdükten sonrası O'nun için “haddi aşmaktı”. Ve ondan sonrası “bugün hiç bir başa kakma ve hor göme yoktur” sözünde saklıydı.

Ve sonra Yesrib'de bir mescid ve bir de pazar yeri tesis etti. Onun mescidi bizim tapınaktan bozma camilerimize hiç benzemezdi. O'nun mescidi tapınma mekanı değil fakat ibadet eksenli bir buluşma mekanıydı. İnsanlar orada birbirleriyle buluşur ve bilişirlerdi. Kim hasta kim aç, kim zengin kim muhtaç. Yoksa orada tapın ve kaç diye bir şey yoktu. Çünkü Alemlerden Münezzeh olanın bizim tapınmamıza ihtiyacı yoktu. Fakat bizim “insan” olmak için O'na ihtiyacımız vardı.

O'nun mescidinde kimsesizler kendilerine sahip çıkacak kimseleri bulurlardı. Yaralılar O'nun mescidinde yaralarına merhem bulurlardı. Açlar O'nun mescidinde karınlarını doyururlardı. O'nun mescidinde dertliler dertlerine derman bulurlardı. Onun mescidi yurtsuzlara yurt olurdu. O'num mescidi zamanla Yesribin kalbi oldu ve O kalp ne kadar güçlü atarsa Yesrib de o kadar “ruh” kazandı. Ve o kadar MEDİNE oldu.

Dedik ya bir de pazar açmıştı. Bu pazarda yer, köşe kapma veya tutma yoktu. Erken gelen istediği yere yerleşirdi. Böylece kimse kayrılmadı ve kimsenin kayrılmasına da müsaade edilmedi. Bu toplumu dinamikleştirdi. Kimse bu devran böyle gelmiş böyle gider diyemedi. Bende çalışırsam gayret sarfedersem bende bir şeyler yapabilirim derdi. Bunu diyemeyenler ve itibar isteyenler bu pazar yerinden kurtulmak istedi. Ve oraya ateşe verdi. Bunun üzerine daha büyük bir mekan pazar yeri olarak seçildi.

Bu pazarda malları büyük küçük diye ayırıp ayrı ayrı satmak da yoktu. Böylece herkes hepsinden yiyebilsindi, alabilsindi. Bu pazarda pazarlık da “sünnet” değildi. O “ne hak ediyorsan onu söyle fazla isteyip de sonra sonra iyice öldürme” diyordu. Pazardaki fiyatlara müdahale etmesini isteyenler de hedeflerine ulaşamamışlardı. Çünkü O “fiyatları belirleyen Allah'tır” diyordu. Ama Onun şehrinde “piyasa tanrılığına” soyunanların çokça yaptıkları “stokçuluk” ve “karaborsacılık” da yasaktı.

Bu imtiyazsız pazar ve insanları kaynaştıran sınıfsız buluşma mekanı birilerinin çok zoruna gitmişti. Çatışmadan beslenenler, insanların insan gibi geçinmesinden pek rahatsız olmuşlardı. Entrika üzerine entrikalar üretmişlerdi. Önce suikast denemeleri yapıldı. Olmadı başka birilerini savaşa tahrik etme manevraları. “Fitne ateşi” hep “onu tutuşturanları” yaktı. Netekim “neye niyet neye kısmetti”. O ve ideali her sarsıntıdan daha da güçlenerek çıktı. Sonuçta insan ne planlarsa planlasın “hüküm Allah'ındı”. Ve O, “dosdoğru” olanların yardımcısıydı. Küçük ayak oyunları yapanlar ancak küçük kimselerdi. Ve her oyun, bir gün yapana geri dönerdi.

O asla haktan, adaletten ve merhametten ayrılmadı. Adam kayırıcılık asla yapmadı. İhtiyaç ve ehliyete göre insanlara muamele etti. Sonunda birbirini yiyenler mekanı Yesrib, kimsenin gelecek kaygısı duymadığı MEDİNE halini aldı. Yesrib O'na ve O'nun “insanları tarağın dişleri gibi eşit” gören idealine sahip çıktıkça MEDİNE oldu. O'ndan uzaklaşıp “bazıları daha eşittir” dedikçe Yesribleşti.

Peki biz, hangi ideali yaşamakta ve yaşatmaktayız? İnsanların birbirlerini yediği, birbirine kazık atmayı yaşam kuralı görenlerin yolundan mı yürüyorduk? Yoksa “ne aldanan ol nede aldatan” diyenlerin yolundan mı yürüyorduk? Bize göre “insan insanın kurdu” muydu? Yoksa “Allah'ın kulları kardeş olmalı” mıydı? Bize göre evrimin son aşaması “homo ekonomikus” muydu? Yoksa insan evrimin son aşaması “insan-ı kamil” miydi? Biz başka şey düşünüp başka şey söyleyip başka şey yapanlardan mıydık? Yoksa “özü sözü birlerden” miydik? Bir kereden bir şey olmaz “sonra tövbe eder salihlerden oluruz” mu diyorduk? Yoksa “ben nefsimi temize çıkaramam muhakkak ki Rabbimin merhamet ettikleri dışında nefis kötülüğü mü emreder” diyenlerdeniz? Bencillikten benliği yananlardan mıyız? Yoksa diğer kamlığıyla dünyaya hayat verenlerden miyiz?

Bizim “İstanbulumuz”, “Kandaharımız”, “Karaçimiz”, “Tahranımız”, “Şamımız”, “Kahiremiz”, “Bağdatımız”, “Trablusgarbımız”, “Marakeşimiz” “Darusselamımız”, “Sanamız”, “Dubaimiz” “Mekkemiz” ve hatta “Medinemiz” ne kadar “O'nun MEDİNESİ”? Yoksa yaşadığımız kocaman bir yalan ve hepsi YESRİBİN birere şubesi mi?

Şu halde gerçekçi olup imkansızı isteyenlere selam olsun! 
Read more
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN ...
3

Mümin deme Müslim de!

Biz insanlar aynen diğer canlılar gibi yaşamak için bizden daha önce bu hayatta tecrübe kazanmış ve dolayısıyla bilgili gördüğümüz benzerlerimizi takip ve taklit eder ve böylece daha kaliteli bir hayat yaşayacağımızı ümit ederiz.

Bu takip ve taklit etme akıllıca bir iş olup, doğumumuzdan itibaren benliğimize yerleşen temel reflekslerin başlıcasıdır.  Küçük bir çocukken anne, baba ve büyük kardeşlerimizi taklit eder ve onlar gibi hareket etmeye sesler çıkarmaya çalışırız, ilk etapta bunların niçinini anladığımız söylenemez ama hareketleri yaptıkça ve sesleri çıkardıkça aralarındaki farkları fark etmeye ve aynı görünen şeylerin gerçekte çok farklı şeyler olduğunu anlamaya başlarız.

Büyüdükçe buna devam ederiz, tabi olduğumuz gruba göre giyinir, o grubun kelimeleriyle ve hatta cümle kalıplarıyla konuşur ve o grubun tavırlarıyla tavır alırız. Bunlar hep taklit sonucu oluşan durumların ifadeleridir ve aslında bu durum sonsuz yaşama ve her şeyi kontrol etme arzusundaki biz “aciz” ölümlüler için gayet normaldir. Zira akıl başkalarının tecrübelerini tecrübe etmemeyi insana söyler ne var ki insanlar çoğunlukla hakkaniyeti değil “işlerine geleni” önemserler. Ve aslında peygamberlik de insanların tam bu özellikleri sebebiyle zaruridir. İnsanlar peygamberler sayesinde hayatı yaşarken hakkaniyet merkezli farklı pratiklerin de mümkün olduğunu görme ve onları taklit ederek pratikten emin olma imkanına kavuşa bilirler.

Bu bağlamda insanın hiçbir şeyi yaşamadan, uygulamadan, pratiğe dökmeden sadece ön kabullerle, mantık yönlendirmeleriyle anlayamadığı buna karşın ancak yaşadıklarını, tattıklarını, dokunduklarını ve hissettiklerini gerçekten anlayabildiği ve onlardan kesin bir şekilde emin olabildiği hakikatiyle karşı karşıya kalırız. Ve aslında bu mantık yönlendirmeleriyle kabul ve hissetme sonucu oluşan emin olma arasındaki fark gerçekte müslüman olma ve mümin olma arasındaki farktır. Ve bu fark ilahi nefeste “bedeviler iman ettik dediler deki iman etmediniz daha iman kalplerinize yerleşmedi, lakin islam olduk deyin” ve “iman edenler ancak  o kimselerdir ki Allah'a ve Rasulüne iman ettiler ve sonra hiçbir şüpheye düşmediler ve mallarıyla canlarıyla didinip durdular” şeklinde ifade bulmuştur.

Gerçekte çelişkiler içinde yaşamak biz insanlar için sıradan bir şeydir. Zira biz insanlar günlük yaşantılarımızda bile mantıklı görmediğimiz pek çok şeyi yapmaktan kendimizi alamayız. En basitinde hepimiz bir gün ölüp gideceğimizi biliriz fakat hiç ölmeyecekmiş gibi durmadan, hırsla bu dünyada bir şeyler ele geçirmeye çalışır ve ele geçirdiklerimizi kar geçiremediklerimizi kayıp olarak görürüz. Oysa zaten kaybedilecek olanı kazanmak ve kaybetmek arasındaki fark gerçekte nasıl bir fark olabilir. Aslında bu temel çelişkimiz bizim hayatı yaşamamız gerektiği gibi yaşamamız önündeki en büyük engeldir.

Bunun temelinde mantıken zorunlu olarak kabul ettiğimiz bir hakikatin bizim hayatımızı yönlendiren gerçek bilincimiz tarafından kabul edilmemesi ve hatta yok sayılması yatar. Ve ilahi nefhadaki “iman kalplerine yerleşmedi” ifadesinde kast edilen de herhalde budur.

Bu çelişkiye bir başka örnek imam Humeyni'nin “sırrı salat” isimli eserindeki “akıl ile kalbin bilmesi aynı şey değildir, çoğunlukla kalp aklın kabul ettiklerini kabul etmez bunun en güzel örneği herkes bilirki ölüler hiç kimseye zarar veremez, hatta dünyadaki bütün ölüleri bir yere toplasanız hiç kimsenin kılına bile zarar veremezler hal böyleyken pek az kimse ölülerin olduğu bir ortamda sabaha kadar rahat bir uyku uyuya bilir. Oysa ölü yıkayıcılar böyle bir ortamda çok rahat uyuyabilirler. Çünkü onlar akıllarının kabul ettiğinden emin olmuş kimselerdir”. Bu nedenle olsa gerektir ki geleneksel fıkıhta iman “dil ile ikrar kalp ile tasdik” şeklinde ifade bulmuştur.

Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi kabul etmek ile emin olmak aynı görünmekle birlikte birbirinden çok farklı şeylerdir. Kabul etmek daha çok bir aidiyet ve tabiiyet beyanı, emin olmak ise kabul edilenin ve tabi olunanın içselleştirilmesi ile alakalı bir durumdur. Ve bu yüzden olsa gerektir ki Hz. Peygamber mescidde kendisine gelen  bir hediyeyi millete dağıtırken Sad b. Ebi Vakkas'ın “falana da ver, o müminlerdendir” sözünü sürekli olarak “mümin deme müslim de” diyerek düzeltmiştir.

Bu bağlamda müslim ile mümin kavramları ve bunların somut ifadesi olan müslüman ve müminler benzer görünseler de mahiyet açısından çok farklı şeyleri ifade ederler. Aralarındaki benzerlik tatlı su ile tuzlu su arasındaki benzerlik kadardır. Müslümanlar zahiren kabul ettikleri kurallara bağlılık gösterirken yaptıklarını kitaba uydurmaya özen gösterirler. Buna karşın “müminler” için yaptıkları şeylerde kitaba ve onun ortaya koyduğu genel ruha uymak esastır.

Müminler ile müslümanlar arasındaki ilişkiler müminler müslümanların somut işlerine müdahale etmeyip onlara manevi destek verdikçe yani sadece iyiliği emrettikçe sorunsuz  görünmekle birlikte müminler, müslümanların yaptıkları kabul edilemez şeylere müdahale ettiklerinde yani kötülüğü alı koyduklarında oldukça sorunlu bir hal alabilmiştir. Bunun en güzel örneği de kanaatimce “Kerbela” vakasıdır.

Bu vaka aslında müslümanların toplum yönetiminde buldukları ve aslında kendilerinden önceki saltanatlardan hiçbir farkı olmayan çözümlere, “dedesinin ayakkabıları eskimeden sünneti eskitilip çöpe atılan” Huseyn'in daha fazla rıza göstermeyi uygun görmemesi üzerine vuku bulmuştur. Huseyn'in nasıl bir anlayışı temsil ettiğini bilen ve bundan kendilerine somut bir kazanç olmadığını gören toplumdaki “itibar” sahipleri Huseyn'i desteklememiş ve Onu yapayalnız bırakmışlardır. Sonuçta Muhammed'in getirdiğiyle ilişkisi deklerasyon düzeyinde olup "iman boğazlarından aşağı inmemiş olanlar" Huseyn'in taraftarı olarak bilinseler bile karşısında yer almışlar buna karşın "iman boğazlarından aşağı inmiş" olanlar Huseyn'e muhalif olarak bilinseler bile Huseynin yanında yer almışlar ve ona "dert ortağı" olmuşlardır. Ve maalesef bu, tarih içindeki bir istisna da değildir.

Bu adı koyulmamış çatışmanın sebebi müslümanlar ile müminler arasındaki hayata ve kurallara bakış farkıdır. Müslümanlar somut olan ile ilgilenirken müminler onun özüyle ilgilenirler, müslümanlar kelimelerle ilgilenirken müminler onun ifade etmek istediği şeyle ilgilenirler. Müslümanlar için namaz aynen diğer ibadetler gibi bir zorunluluk iken, müminler içinse sevgiliyle buluşma anı yani miraçtır ve diğer ibadetler de aynen sevgiliyle olan muhabbetin ifadesidir. Müslümanlar için kurallar önemliyken, "insanlar şabat için değildir fakat şabat insanlar içindir" ifadesiyle somutlaşanı bilen müminler için ise önemli olan insandır.

Müminler ve Müslümanların dünyaya bakışları arasındaki farkı en güzel anlatan örneklerden biri Aişe annemiz ile Muhammed Mustafa arasında geçen şu diyalogdur: Muhmmed Mustafa kurbanı ne yaptıklarını sorunca Aişe annemiz "bir but dışındaki her şeyi dağıttık bir but bize kaldı" der bunun üzerine Muhammed Mustafa "desene bir but dışındaki hepsi bizim oldu" diyerek karşılık verir.

Sonuçta insanın iman etme iddiası bir iddiadır ve ispat gerektirmektedir. Bu yüzden olsa gerek ki ilahi nefhada “siz iman ettik demekle denenmeden bırakılacağınızı mı zannettiniz?” buyrulmuştur. Bizim de bu bağlamda yerimizi bilmemiz, istikamet sahibi olmamız ve imanımızın ispatı olarak “hakkı, sabrı ve merhameti tavsiyede” sabır ile sebat etmemiz gerekmektedir. Diğerlerinin içeriği aynı kopyası olan çözümlerden uzak durmak ve gerçekten fark yaratacak çözümler üretmeye gayret etmek mümince yaklaşımın göstergesi olacaktır.

Şu halde diğerlerinin “çakması” denilebilecek çözümler üretmekten kaçınıp, O Pakın açtığı yolda gerçekten fark yaratacak çözümler üretenlere ne mutlu!
Read more
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN ...
2

Tacirin Çatlağı

Duydun mu Malezya'yı ve İslam'ın oraya nasıl gelip, orada nasıl yayıldığını? İlk taşıyıcıların kimler olduğunu ve neler yaptıklarını? Ve yaptıkları karşısında hangi entrikalarla karşılaştıklarını? Peki anladın mı hakla batıl mücadelesinin bir söylem kavgası, bir propaganda savaşı değil de aslen hayata bakış ve onu kavrayış farkı olduğunu? Ve sonuçta “inanıyorsanız sapıtmışlar size zarar veremezler” ilahi buyruğunun ne anlama geldiğini? Eğer bunları bilseydik daha iyi anlardık herhalde kendilerini “inananlar” olarak tanımlayan bizlerin niçin esen en hafif rüzgarlarda bile allak bullak olup rotamızı şaşırdığımızı?

Evet aynen kara Afrikanın iç bölgelerinde olduğu gibi bugün Malezya diye adlandırdığımız yerlere ve çevresine de hiçbir islam devleti veya müslüman ordusu gitmemiş ve müslümanlar hiçbir zaman için orada hakim güç olmamıştı.

Ve aslında kendisini dini yaymaya adamış hiçbir profesyonel misyoner veya tebliğci de oralara yerleşmemiş ve oralarda çalışma yapmamıştı. Zaten profesyonel misyonerler de genellikle ordularıyla birlikte giderler ve ordunun himayesinde çalışırlardı.

Fakat O bölgelere işi ticaret olan iki “mümin” pirinç tüccarı yerleşmiş ve ticaret yapmaya başlamıştı. Ama bunların ticareti bir başkaydı ve kendileri de genel tüccar tipine hiç mi hiç uymuyorlardı.

Bilindiği gibi tüccarlar genel olarak toplumlarının en açık göz ve tamahkar insanları olurlardı ama bunların yaptığı şeyleri ancak saflar ve kanaatkarlar ve hatta ellerindekini kazanmak için çok çaba sarf etmeyen inzivadaki dervişler yaparlardı.

Tüccarlar malı bir kuruş ucuza almak ve bir kuruş fazlaya satmak için diyar diyar dolaşırlardı. Ve alırken fiyatı kırdıkça kırar satarken de şişirdikçe şişirirlerdir. Ama bizimkiler yaptıkları ticarette alırken satanında hakkını da gözetiyor ve onu zor duruma düşürmemeye özen gösteriyorlardı. Ve satarken de malın fiyatını abartmıyor ve fırsat bu fırsat deyip kara borsacılık yapmıyorlardı. Normal tüccarlar daha fazla kar etmek için insanları daha az paraya daha çok çalıştırmanın yollarını ararken bizimkiler çalıştırdıklarına "yediklerinden yedirmenin giydiklerini giydirmenin" yollarını arıyorlar ve "kendileri için istediklerini onlar içinde istiyorlardı". Yani normal tüccarlar kar maksimizasyonu için atmadıkları takla bırakmazlardı ama bunlar optimum bir karla yetiniyorlar ve daha fazlası için insanları asla zorlamıyorlardı.

Bunlar ne biçim tüccarlardı? Görünüşte onlarda diğer tüccarlar gibi mal alıp satıyorlar, insan çalıştırıyorlardı ve amaçlarına hizmet ettiriyorlardı ama başka bir açıdan bakıldığında bizzatihi onlar gerek çalışanları gerek müşterileri gerekse tedarikçileri olan diğerlerine hizmet ediyorlardı. Ve bu sıra dışı halleriyle aslında “çatlak” veya “kafayı yemiş” unvanlarını hak ediyorlardı. Zaten sözde normallerin kendisine "deli demediği" kişinin imanı da tartışılırdı.

Zaman içinde “uyanıklarca” iflas etmesi beklenen ve kaale alınmayan “çatlakların” bu tutumları, bölgede yaşayan insanların alış verişlerinde kendilerini “ticari meta” değil de “insan” olarak gören ve gerekli saygıyı gösteren bu tüccarlarla alış verişlerini arttırmalarına neden oldu. Ve bunun sonucunda “çatlakların” ticari kapasiteleri artarken diğer “uyanık” tüccarların kapasiteleri azaldı. Ama “çatlaklar” yaptıkları rekabette diğerlerini yok etmeye çalışmıyor hatta düşene destek olarak onun da ticari hayatına saygı gösteriyorlardı. Fakat bu küçük ve orta ölçekli tüccarları da birbirlerine karşı kışkırtıp hepsini kullanan büyük tüccarların pek hoşuna gitmemişti.

Gerçi bu çatlaklar için pek de önemli değildi. Onlar için önemli olan kendilerine verilen en büyük sermaye olan ve sürekli kaybettikleri zaman karşılığında kaplarını, daha değerli olanı elde edecekleri amellerle doldurmaktı ve herşey gibi emek ve güçlerinin çoğunu alan ticaret bunun için sadece bir araçtı.

Aslında ticaret diğerleri içinde bir araçtı ama onların amaçları serveti ve dolayısıyla gücü, iktidarı ellerinde bulundurmak ve hakimiyet duygularını tatmin etmekti. Oysa madem ki ölüm vardı kaybedeceğin bir iktidarı ele geçirmeye çalışmak bir serabın peşinde ömür tüketmekten başka neydi. Tabi “uyanık” büyük tüccarlardan bunu anlamaları beklenemezdi. Zira dünya biz gibi onları da tamamen sarhoş etmiş, akıllarını başlarından almıştı.

Tezgahları bozulmaya başlayan “uyanık” büyük tüccarlar, uyuşturucusu azaldığı için krize giren uyuşturucu müptelaları gibi “çatlaklara” saldırmaya başlamışlardı. Piyasadaki etkinlikleri azaldıkça saldırıları şiddetlendi. Ve sonunda “uyanıklar”, “çatlakları” ticari oyunlarla alt edemeyeceklerini anlamışlardı. Zira artık “çatlaklar” toplumda “azizler” veya bizdeki “ermişler” gibi muamele görmeye ve desteklenmeye başlamışlardı.

Bu arada aramızda kalsın aslında “ne ticaretin nede alış verişin kendilerine Allah'ı anmayı” unutturamadığı bu çatlakların ortaya koydukları pratikleri, Allah'ın anmanın aslen dil ile değil bizzatihi gündelik hayatı yaşarken ve gündelik işleri yaparken ortaya koyulan pratiklerle olduğunun ifadesiydi. Ve bu da toplumun “aziz” veya “ermiş” dediklerinden beklenendi. Ve bunu ağızlarıyla onayladıkları halde “Allah yokmuş gibi” ortaya koydukları pratikleriyle “Allah'ın var olduğunu" inkar eden bizlerin hafsallarının bunu alması mümkün değildi. Bu durum farkı da gerçekte “iman eden” ile “teslim olan” arasındaki farktı.

Konumuza geri dönecek olursak “uyanık” tüccarlar “çatlakları” ticari oyunlarla yok edemeyeceklerini anlayınca başka oyunlar oynamaya ve senaryolar yazmaya başlamışlardı. Oysa “çatlaklara” göre onların da hayatta yerleri vardı. Ve “uyanıkların” zannının aksine onlar asla “uyanıkları” yok etmeye çalışmıyorlar fakat onların kendilerine tehdit olarak algıladıkları farklı ve “erdemli” bir pratiğin de mümkün olduğunu tüm insanlara göstermeye çalışıyorlardı.

Derken “uyanığın biri”, çatlakları “kral” marifetiyle yok etmeyi teklif etti ve senaryosunu ortaya koydu. Senaryoya göre “çatlaklar” bu “erdemli” pratikleri, erdemleri sebebiyle değil aslında halkın desteğini alarak kralı devirmek ve iktidarı ele geçirmek için yapıyorlardı. Aslında bu senaryoyu gerçekleştirmek için gerekli rüşvetlerle saray içindeki müttefiklerinden de destek almışlardı. Ve sonunda kralın huzuruna çıkıp iddialarını ortaya atmışlardı. Kralın huzurunda saraydaki destekçileri de onlarla ağız birliği yapınca kral “çatlakları” cezalandırmayı kabul etti ama önce sorgulanmaları ve yargılanmaları gerekiyordu.

O dönemde sorgulama ve yargılama demek doğrudan işkence etmek demekti. Ve “çatlaklar” kralın askerlerince tutuklanıp sorulanmaya başlamışlardı. Sorgucuların istedikleri “çatlakların” “kralı devirme iddiasını” kabul etmeleriydi. Oysa onlar böyle bir şeye asla tevessül etmemişler hatta belkide düşünmemişlerdi. Belki kralın da onların iman etmekte olduğu "hakikate" iman edip kendini ve toplumunu kurtarmasını istemişler ve hatta bu yönde dua etmişlerdi. Ama asla kralı devirmeyi ve iktidarı ele geçirmeyi düşünmemişler ve bunun için çalışmamışlardı. Kim bilir belki de içine düştükleri halde aslında muhtemel “dualarının” Allah tarafından kabulüydü (!?).

Yargılamayı bizzatiihi Kral yaptı, onca işkenceye rağmen “çatlaklar” asla böyle bir düşüncelerinin olmadığını söylüyorlardı. Kral “o zaman niçin diğer tacirler gibi değil de bu şekilde davrandıklarını” sordu.

Zira normal bir insan zihnine göre insanlar “başka hesaplar” dışında ne için başkalarına bu kadar hoşgörülü olabilir, bu kadar anlayış ve destek verirlerdi. Yine insanlar bu kadar hoşgörülü ve anlayışlı olmalarını sağlayacak kadar dünyadan uzaksalar toplumdan ele etek çekip inzivaya çekilmeleri gerekmez miydi?

Hem sosyal olup hem dünyadan el etek çekmek olacak şey miydi? Aşikardı ki bu “başka hesapların” göstergesiydi. Aslında kral da diğerleri de vicdanlarında gayet iyi biliyorlardı ki bu pek tabi mümkündü ve hatta olması gerekendi.

Derken “çatlaklar”, “dinimiz bize böyle emrettiği için öyle yapıyoruz ve biz başka şekilde davranamayız” cevabı vermişlerdi. Halbuki onlarla aynı dinden olduğunu iddia eden bizler dünde bugünde hep diğer “uyanıklar” gibi iş görmeyi marifet biliyorduk. Kral cevap ile “şok” oldu ve “o nasıl bir din öyle” diye sormaktan kendini alamadı.

Çatlaklar” da Krala İslamı temel öğretisi olan ve kendilerinin iliklerine kadar işlemiş bulunan Allah'ın birliğini ve üstünlüğünü hayatının geçiciliğini ve amacını, Allah'a hesap verileceğini anlattılar. Derken Allah herhalde muhtemel dualarının kabulüyle olsa gerektir Kral'ın kalbini İslama açtı ve Kral "bu devirde de hala böyle insanlar var mı?" diyerek şaşkınlığını ifade etti.

Ne gariptir ki her devirde insanlar, hayatın "ihlas" ve "erdem" ile yaşanması hususunda hep böyle düşünmüşler ve o tür insanların hep geçmişte kaldığına inanmışlardır. Oysa insan geçmişte de yaşanan anda da aynı insandır. Konumuza dönecek olursak kral bizim “çatlakları” serbest bıraktı ve onları daha iyi tanımak için yanında tuttu ve bir süre sonrada kendisi onların iman etmekte olduğu hakikate “iman” etti.

Toplum zaten “çatlakların” pratikleri sebebiyle İslama yani "asıl olana" hakikatinde kendi sahip oldukları inancında altında yatan ve tortuların ve efsanelerin altında kalan öze çok yakındı ve toplumda akın akın müslüman oldu.

Uyanıkları” mı sordunuz? Demin demiştim ya “çatlakların” “onları yok etmek gibi bir planları zaten yoktu” diye, onlar ticaretlerine devam ettiler ama artık eskisi gibi olmaları mümkün değildi. “Çatlakların” içtenliği, samimiyeti ve özverileri tüm toplum yanında onları da ister istemez değiştirdi.

Gökten elma düştü mü bilmem ama bu kıssadan benim payıma düşen hisse, ancak Allah'ın varlığından şüpheleri olmayan müminlerin yani içerinde bulundukları ortamlarda doğru, içten ve samimi pratikler ortaya koyacak kadar kendilerini değiştirmiş olanların iyilikten ve güzellikten yana bir değişimi başarabilecekleriydi.

Diğerlerinin kendilerinin bile inanmadıkları ve dolayısıyla içselleştirmedikleri ve bir hesabın sonucu olan değişim ve açılımlarının ancak küçük ayak oyunları olduğu ve hakikat adına hiç bir şey ifade etmediğiydi. Aslında bu iddialara kimseyi inandırmaları da mümkün değildi. Zira aslen iddia edenlerin bile inanmadıkları bir şeye diğerleri nasıl inansınlardı.

Bu yüzden değil mi ki iki “mümin” tacir iyisiyle kötüsüyle bütün Malezyayı değiştirdi de bir buçuk milyar müslüman daha kendi yaşadıkları toplumları bile iyiye ve güzele  yönlendirmek adına değiştiremediler. Buna karşın gün geçtikçe kendileri ötekilere daha çok benzemekteler.

Şu halde bu kıssadan hisse çıkarıp aklıyla kabul ettiğini kalbine de kabul ettirene ve böylece kendi hayatını dönüştürene ne mutlu!
Read more
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN ...
5

Abartma!

Gerçekte en basit yaşam formları olan virüslerden en karmaşık organik yapılar olan biz insanlar  için kainatı anlamlı kılan yegane şey bizzat kendimizdir. Zira biz olmazsak bizim için ne hayat ne de kainat var olacak veya anlam ifade edecekti. Bilinç altı düzeyindeki bu temel kabulün etkisiyledir ki bütün canlılarda “ben” merkezli bir algılayış ve yaşam söz konusudur.

Yine bu yüzdendir ki bizim canlı dediğimiz yaratıklar (yaratılmışlar) içinde bulundukları yerde ilk olarak kendileri için güvenli alanlar elde etmeye ve bu bölgeyi kendilerini merkeze alarak şekillendirmeye çalışırlar. Her canlının bu şekilde davranması aynı mekanları paylaşanlar arasında ister istemez rekabet doğmasına ve bu rekabet, öncelikle çatışma meydana gelmesine neden olur. Çatışmada her canlı bütün potansiyelini kullanır ve algılarını kendisine çatışmada avantaj sağlayacağını düşündüğü mesajları öncelleyecek ve pek avantaj sağlamayacağını düşündüğü şeyleri öteleyecek ve hatta kendisine dezavantaj sağlayacak mesajları örtecek şekilde düzenler.

Çatışmalar “düşmanımın düşmanı dostumdur” temel düsturu gereğince ister istemez ittifakları ve dolayısıyla canlıların sosyalleşmesini doğururlar. Sosyalleşme “ben” karşısında çok daha geniş ve esnek bir küme olan “biz” anlayışının oluşmasını sağlar. “Biz” anlayışının oluşumu kaçınılmaz olarak “siz” ve özellikle de “onlar” anlayış ve kavramlarının oluşumununa neden olmaktadır.

Her grubun alan mücadelesi çatışmaları büyütmekte ve ittifak arayışları ister istemez, sadece bir tarafın endişe ve korkularını öncelleyen ve diğer tarafı “şeytanlaştıran” propaganda kurumunun oluşumunu zorunlu kılmakta ve propaganda da temelini insanların işlerine geleni işlerine geldiği gibi algılama ve böylece algıda seçicilik ve çarpıtma özelliklerinden almaktadır. Evet, biz canlılar ve özelde de biz insanlar bize yapılan ve genel olarak olumsuz kabul edilen şeyleri ve bizim yaptığımız ve genel olarak olumlu kabul edilen şeyleri abartma eğilimindeyizdir.

Bu eğilimimiz sebebiyledir ki biz insanlar genel olarak bizim dışımızdaki herhangi bir sebeple parmağımıza batan kıymığı abartıp kazıkmış gibi görme veya gösterme ve fakat kendimiz sebebiyle başkalarına batan kazığı küçümseyip kıymık olarak görme veya gösterme ve gerektiğinde bu şekilde propaganda yapmaya yöneliriz. Oysa ne bizim parmağımıza batan kazık ne de diğerinin parmağına batan kıymıktır.

Yine sahip olduğumuz bu özelliğimizin yansımalarından biri de kendimizi “biz” algılayışımıza dahil olduğunu düşündüğümüz ve kendimizi ait hissettiğimiz siyasi, dini, ırki grupların veya yapının yaptıklarını çoğunlukla kutsama veya kusurlarını görmezden gelme veya ona mazeret üretme ama “öteki” olarak konumlandırdıklarımızın ise yaptıkları güzellikleri yok sayma, çirkinlikleri de abartma eğilimimizdir. Ve bu abartma ve küçümseme huyumuz bizde o kadar yerleşiktir ki çoğunlukla bunun farkında bile değilizdir.

Oysa insanı erdeme götüren şey yaptıklarının ne ifade ettiğini fark etmek ve olması gereken her şeyi doğru bir şekilde yerli yerine yerleştirmek ve böylece hakkı adaletle tesis etmek ve merhametle uygulamak olmalıdır. Oysa bizim bu halimiz gerçekte “insanın kendisini bilmemesiyle” alakalı bir durumdur ve dolayısıyla bir yanılsamadır. Gerçekte yalnız kendilerinin kainat içindeki yerlerini bilerek “kendini bilme konumuna ulaşanlar Rablerini bilecek” bilinç düzeyine erişebileceklerdir. Ve yalnızca Rabbleri Allah'ı bilenler kurtuluşa ereceklerdir.

İnsan kendisini bildiği zaman kendisinin hiç alakası olmadığını düşündüğü köpek balığıyla bile %50 üzerinde genetik ve yapısal benzerliğe sahip olduğunu görecek (bu benzerlik kıkırdaktan bile oluşsa iskelet sistemi, karaciğer, kalp, beyin, mide, kafa, çene, diş sahibi oluşu gibi şeyleri içerir) ve böylece bilinç altında yer alan kendinin eşsizliği düşüncesi ve dolayısıyla kendisini bütünden ayırıp şirke düşüren “kibri” yok olmasa bile aşınacak ve bütünlüğü ifade eden tevhid hakikati karşısındaki durumu daha makul seviyelere gelecektir.

Bu bağlamda Adem'den Muhammed Mustafa'ya bütün seçkinlerin bizlere taşıdığı mesaj olan tevhid kainat içindeki bütünlüğü ve onun günlük hayatımız içindeki karşılığını ifade ederken, parçalanmayı ifade eden şirk bütünlüğün bozulmasını ve parçaların bütünden ayrılarak birbirleriyle yarıştırılmasını ve bunun hayatımız içindeki karşılığını ifade eder.

Bu temel felsefi yaklaşım zannedildiği gibi afaki bir düşünce olmayıp günlük hayatımızdaki algılayışlarımızı ve dolayısıyla davranışlarımızı belirleyen asli unsur ve motor gücüdür. Bu yaklaşımımız sayesinde kainattaki yerimizi doğru ya da yanlış konumlandırırız ve tepkilerimizi belirleriz.

Örneğin parçacı yani şirk temelli bakışa sahip isek başımıza gelen ve bizim kötü olarak algıladığımız şeylere karşı hep “ötekini” suçlar ve isyan ederiz. Bir çatışma diğerini kovalar ve ömrümüz sonu olmayan kavga ve dövüşle geçer fakat sonunda elle tutulur hiçbir şey elde edemeden bu dünyadan göçer gideriz. Ve insan hatalarından ders çıkarmadığında kendini hep “keşke” demek zorunda hissedecek ve keşke diyenler helak olmaktan kurtulamayacaklardır. Bu çatışmacı anlayış aslında dünyada kurulmak istenen bütün birliklerinde (vahdet) başlıca düşmanı ve yok edicisidir.

Buna karşın bütüncül yani tevhidi bakışa sahip isek “başımıza gelenler elimizle yaptıklarımızın sonucu” olduğunu bilir ve “ne yaptık da Rab bizim ders almamız için başımıza bunu musallat kıldı” sorusunu sorar ve böylece hatalarımızdan ders çıkarma erdem ve nimetine kavuşuruz. Bu bilenler için nimet olarak yeterlidir. Ve yalnız bu bütüncül yaklaşım insanların arzuladıkları birliğe (vahdet) erişmelerini sağlayacak yoldur.

Yine ancak hatalarından ders çıkaranlar kemale doğru yol alabilirler ve bu “kendini kınayan nefse” yemin edilmesinin bize işaret ettiği şeydir. Hatalardan ders çıkarmak sadece bir ana ve olaya ait olmayıp sabır ve sebatla bütün bir ömre yayıldığında ise insan kemale erecek ve böylece gerek bireysel gerekse toplumsal hayatını anlamına kavuşturacaktır.

Şu halde kendinin yerini bilen ve yaşadıklarını abartmadan onlardan ders çıkaranlara ne mutlu!
Read more
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN ...
5

Mühür Sahibi

Biliyorsunuz değil mi bugün Yahudi dediklerimizin “Beni İsrail” yani Yakub'un çocukları olduğunu? Ve Yakub'un seçkinlerden olduğunu? Ve soyununda “bir zamanlar alemlere üstün kılındığını”? Ve nice peygamberlerle ve nihayetinde mesh edilen komutanlar yani Mesihlerle desteklendiklerini? Mesihlerin ilkinin Saul olduğunu ve O'nun Kur'andaki adının Talut olduğunu? Ama toplumunun Onu ailesinin sıradanlığı sebebiyle küçümsediğini ve buna karşı işaretlerle desteklendiğini? Ve Ammoninin kralı Nahaş'ı ve ordusunu perişan ettiğini? Ve Davud'un da yenilemez görülen dev Golyatı bir “taş” ile devirdiğini? Ve Saul'un ardından Mesih olarak insanlar arasında “hak, adalet ve merhamet” ile yani bilgelik ve erdem ile hükmettiğini? Ve kendisine “dağlar ve kuşlar ram edilen” Davud'dan sonraki Mesih'in Süleyman olduğunu ve babasının mührünü ve hayalini bütün dünyaya yaydığını?

Evet Yusuf'un erdemiyle Mısır'da yönetime gelenlerin çocukları daha sonra hırsları ve küçük ayak oyunlarıyla iktidarda kalmaya çalışmışlardı. Ayak oyunlarının erdeme tercih edildiği yerde Allah'ın yardımı niçin olsundu. Zira Allah'ın “ahdi zalimlere ermezdi”. Ve sonrada ayak oyunlarını daha iyi beceren birileri onların iktidarını alaşağı etti. Böylece İsrail'in çocukları toplumdaki itibarlarını ve yerlerini kaybetmişlerdi.

Ve nihayetinde diğer mustazaflarla (hor görülenlerle) birlikte içinde yaşadıkları toplumun en alt kesimini oluşturur hale gelmişlerdi. Tarihe sürekli müdahale eden, ezilenlerin feryatları ve dualarını yine cevapsız bırakmamış ve Firavun'un köle ve efendi, müstekbir (büyüklenen) ve mustazaf (hor görülen) temelinde insanları köleleştirme üzerine kurulu düzenini yıkacak olanı, Firavun her yerde ararken O, O'nu köşe bucak arayanın sarayında nadide bir çiçek gibi büyütmüştü.

Derken Musa öncülüğünde tüm ezilenler özellikle de İsrail'in çocukları Mısırı terk etmişlerdi. Peşlerine düşenler de hor görünenlere kurtuluş yolu olan denizde boğulmuşlardı. Ama daha sonra maddeye tapanların oluşturduğu kölelik düzeninden kaçanlar içlerinden kaçtıkları maddeye taparcasına önem  veren toplumun düzenine öykünerek altın bir buzağı yapmışlardı. Üstelik bu oyuncak buzağı ses de çıkarmaktaydı (!?). Aslında onlarda aynen bizim gibilerdi, baskıdan rahata, yokluktan varlığa çıkmışlardı ve her sonradan görme gibi ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Olmadık şeylere özeniyor ve kendilerine bahşedilen sadeliği fantezilerle renklendirmek istiyorlardı.

Çöldeki sürgün hayatlarından sonra nihayetinde kendileri de bir düzen tutturabilmek için verimli alanlara yönelmişlerdi. Ve çevrelerindeki düzen sahipleriyle olan çatışmalarında kah onlar galip gelmişlerdi kah diğerleri galip gelmişlerdi. Ve nihayetinde Allah'tan kendilerine komutanlık edecek ve onları bir düzene kavuşturacak bir komutan yani bir mesih istemişlerdi içlerindeki peygamber de onlara Allah'ın Saul'u ya da Kur'andaki adıyla Talut'u komutan olarak seçtiğini ilan etti. Ve bunun işareti olarak Talut'un saçlarını yağ ile mesh etti. Artık Talut “Mesih”ti. Ama her yerde olduğu gibi orada da pek çok kişi onu hor gördüğü ve kıskandığı için itiraz etti. Ve Onun Mesihliğinin delili olarak kaybolan ahit sandığı meleklerce  getirildi.

Talut çevresindekilere mücadele öncesi “bir nehirle imtihan edileceklerini ve o nehirden içmeyenin kendisinden olacağını, bir avuç alanların affedileceğini diğerlerininse kendinden olmayacağını” beyan etmişti. Ve pek azı dışında çoğu ondan kana kana içmişlerdi. Bilinmez o nehir bu dünya ve sunduğu nimetleri miydi? Ve bu dünyada erdemli bir hayat sürmek gerçekte kıldan ince kılıçtan keskin bir yolda yürümek gibi miydi? Ve bu nimetlerin içinde olduğu halde onların sevgisini kalbe sindirmemek ne kadar mümkündü?

Taluttan sonra sıra Davud'a gelmişti. O da erdemle bir yol tuttu ve hak, adalet ve merhamet üzerine bir düzen kurdu. Ama Mesihler çağı Süleyman ile kemal bulmuştu. O önce babasının adımları üzerine harekete başlamıştı. Fakat daha sonra iktidar gördükleri yere üşüşen ve güce tapıp onu ele geçirmeye çalışanların da yönlendirmesiyle gücün sarhoş edici etkisine kapıldı. Ve devletin erdem  ile değil de ancak siyasi oyunlarla yönetilebileceğini iddia edenlere uydu. Ve Rab temiz öze sahip olduğu halde sendeleyeni “tahtına bir ceset bırakarak” sarhoşluktan ayılttı. Ve babasını üstün kılanın bencillik ve kibirle beslenen kaba gücün ve siyasi ayak oyunlarının değil ancak erdem ve bilgelikle elde edilebilen yumuşak güç olduğunu idrak etti.

Bunun üzerine yeniden “hak, adalet ve merhamet” temelinde diğerkam ve hassas bir toplum kurmaya yöneldi. Bu idrakte öncelikle yapılan anlaşılmaya çalışmak değil anlamaya çalışmaktı. Anlayış görmeyi öncellemek değil anlayış göstermeyi öncellemekti. Almaya değil vermeye en azından adil bir şekilde paylaşmaya şartlanmaktı. Yani kendini öncelleyen ve önemli gören “nefsin fısıldadıkları” karşında diğerlerinin de önemli olduğunu idrak etmek ve öylece bir hayat tesis etmekti zira “nefsinin cimriliğinden kurtulan gerçekten kurtulmuştu”.

Aslında tevhid ile şirk veya hak ile batıl mücadelesi de özünde “kendini ilah edinip” kendine ait şeyleri öncelleyen ile kendisinin ilah olmadığını ve yegane ilahın azat kabul etmez kölesi olduğunu idrak eden arasındaki hayat tesis etme mücadelesinden başkası değildi. Kendini ilah edinmek gerçekte her zorbanın yaptığı gibi kendi yaşadıklarını, düşündüklerini, hissettiklerini abartıp mutlaklaştırmak ve kendi dışındakilere hayat hakkı tanımamak demekti. Oysa azat kabul etmez köleler kendi heva ve heveslerini abartarak öncellemez düşüncelerini mutlaklaştırmaz hakikati bulmak ve hakikatin hayat bulması için ömür boyu çalışır dururlardı.

Nihayetinde bu anlayış toplumun iliklerine kadar işledi ve toplum öylesine diğerkam öylesine hassas bir hale geldi ki yok etmek için kurulan ordusu bile haksız yere bir karıncayı dahi incitmekten imtina eder hale gelmişti. Ve böyle bir hassasiyete sahip olunması sebebiyledir ki ordu bir “vadiye girdiğinde bir karınca ey karıncalar, yuvanıza girin de Süleyman'ın ordusu bilmeden sizi ezmesin” deme gereği duymuştu. Bunu duyan Süleyman da gülümseyerek kendisine böyle bir toplum ve ordu nasip eden Allah'a hamd etmişti.

Süleyman'ın herkesin hakkını adaletle gözeten ve merhamet ile veren düzeni ister istemez bir kardeşlik, uyum ve paylaşımı gerektiriyordu. Ve dünyanın her yerindeki toplumlar arasında yaygın bir özlem olarak beliren ve yönetimlerin kendilerince meşruiyet aradıkları “bilge kral” düşüncesi de gerçekte Süleyman'dan ve onun bu düzeninden kaynaklanmaktaydı.

Bu dönemde Davud'un zıtların uyumunu ifade etmek için birbirlerine geçmiş zıt yönlü iki eşkenar üçgenden oluşan mührü bütün dünyada hakkın, adaletin, merhametin ve bunlara hayat veren bilgeliğin ve erdemin sembolü olarak ve onu yaygınlaştıran Süleyman'ın adıyla tanındı ve benimsendi. Ve O mührün olduğu yerde hiç kimseye değil zulüm asla haksızlık edilmezdi. Düzen devasa kurumlarına karşın erdemli bireylerle hayat bulmakta ve ayakta durmaktaydı.

Davud döneminde bilgeliğin ve erdemin sembolü olarak başşehirlerine eman yani güvenlik ve barış yurdu anlamına gelen “Yaruşalim” ya da “Darusselam” adı verilmişti. Ve bu şehirde kısas olarak bile olsa her ne şekilde olursa olsun kan dökülmesi yasaklanmıştı. Süleyman buna birlik ve uyumun sembolü olarak Tapınağı ya da bizdeki adıyla “Mescid-i Aksa”'yı ekledi.

Bu haliyle Tapınak bütün dünyadaki uyumun ifadesi ve hatırasıydı. Fakat hatıranın neyi hatırlattığını göz ardı edip hatıranın kendisini öne çıkarıp, onunla ilişkileri sebebiyle kendilerine meşruiyet ve üstünlük arayanlar hatıranın hatırlattığına en büyük ihaneti etti. Bu sebepledir ki  gerek Süleyman sonrası bir süre devam eden birlik çöktükten ve iktidar mücadeleleri başladıktan sonra Yaruşalim'i ele geçirenler gerekse daha sonra şehri işgal eden Romalılar, ilk önce artık anlamını yitirerek boş iktidar çatışmalarına malzeme olmaktan başka bir işlevi kalmayan hatırayı yani Mescidi Aksayı yıkmışlardı.

Elbette Süleyman'ın bu düzeni O öldükten sonra da bir müddet devam etmişti. Bu nesillerin ardından gelenler öncelikle kurumları ayakta tutanların erdemli bireyler olduğunu unutmuşlardı. Bunu, erdemli olabilmek için insanın kainatın sebepsiz sebebiyle olan o bağa ne derece muhtaç olduğunun göz ardı edilmesi izledi. Kainatın sebepsiz sebebi Allah ile olan bağın en güçlü ifadesinin namaz olduğu görmezden gelinmişti. Allah ile insan arasındaki en güçlü bağ olan “namaz savsaklanınca” herkesin özünde yerleşik “benlik” duygusu semirdi. Ve insanların içini kemiren bencillik kurduna dönüşmüştü. Bu kurt da kin, kibir, riya, hased, cimrilik, düşmanlık ve tamah kurtçuklarını doğurmuş ve semirtmişti. Sonunda hep beraber düzenin içini kemirmişlerdi.

Böylece üç kuşak boyunca sabır, ilim, erdem, merhamet, hak, adalet ile nakış nakış örülerek kurulan bu muhteşem düzen de yıkılmaktan kurtulamadı. Aslında önemli olan düzen değil insanların bizzat kendileriydi zira erdemli insanlarla beslenmeyen hiçbir kurum “erdem” ortaya koyamazdı. Ve ancak erdemin olduğu yerde uyum yani tevhid ve olmadığı yerde kavga yani şirk vardı. Kavganın sonunda ise “herkes birbirinin hıncını tadardı” ve aynen de öyle oldu. “Herkes birbirinin hıncını tattı”.

Buna karşı Tapınak gibi mühür de efsaneleşti. Zan edildiki marifet mühürdeydi. Oysa marifet mührü tutan eldeydi. Daha doğrusu o ele hükmeden gönüldeydi. Erdem kaybolup gönül bozulunca elin ortaya koydukları ancak zulüm olabilirdi ve aynen de öyle oldu.

Şimdide gerek bizden gerekse İsrail'in çocuklarından Süleyman'ın temsil ettiğini temsil iddiası ile meydanda gezenler erdem ve bilgeliğiyle “bilge kral” sözünü çağlar ve nesiller ötesine taşıyan Süleyman'a ne kadar yakın ne kadar uzaklardı? Belki birbirlerine çok yakınlar ama Süleyman'a yıldızlar kadar uzaklardı...

Şu halde Süleyman'ın bilgeliğinden ve erdeminden nasiplenenlere ne mutlu!

Salihleri rehber edinenlere ne mutlu!
Read more
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN ...
12

Kur'an'ın güme giden mesajı

Kur'an biz Müslümanlara göre bildiğimiz ve bilmediğimiz her şeyin sebepsiz sebebi olan ve ilmiyle her şeyi kuşatmış bulunan Allah'ın biz insanlar arasından seçtiği, koruduğu ve yücelttiği elçisi Muhammed ile yaratılmışların en üstünü olan biz insanlara hitap edişidir ve bu sebepten dolayı meşrebi, mezhebi, algılayışı, kavrayışı ve idraki ne olursa olsun her Müslüman için asli öneme sahiptir ve yegane meşruiyet kaynağıdır.

Bu önemi sebebiyle mesajın daha iyi anlaşılabilmesi için tarihi süreç içinde pek çok teori ortaya atılmış ve bu teoriler uyarınca pek çok tefsir kitapları yazılmış, pek çok okullar (medrese) ve eğitim (tekke) merkezleri kurulmuştur.

Kur'an'ın daha iyi anlaşılmasına yönelik teorileri temel olarak iki ana başlık altında toplayabiliriz bunlardan biri Kur'an'daki kelimelerin rastgele seçilmemiş oldukları dolayısıyla onu daha iyi anlamak için onu oluşturan kelimelerinin ve ifadelerin anlamları bütün veçheleriyle ortaya koymanın gereği üzerinde temellenirken diğeri kısaca “ona yalnız temiz olanlar dokunur” ayetinin işaretinden yola çıkarak onu daha iyi anlamak için insanın kendi özünü arıtıp temizlemesi gerektiği düşüncesi üzerinde temellenir.

İnsan zihninin ve yapısının işleyişinin ortaklığı sebebiyle olsa gerektir ki bu kavrayışların önceki peygamberlere tabi olduklarını iddia eden topluluklar içinde de gerek temel kabul, gerekse usul, gerekse kurulan yapılar açısından aynen karşılıkları mevcut olup sadece merkeze koydukları metinler farklılık arz etmektedir.

İslam dünyası içindeki bu algılayışların kendilerini temellendirdikleri esasları ve hedefe varmak için kullandıkları asli yolları farklı olsa da “Kur'an'ın sofistike (karışık değil ama karmaşık) bir yapıya sahip olduğu” temel kabulleridir. Kur'an tefsiri olarak adlandırılan yazdıkları tüm kitaplar iddiaları her ne olursa olsun gerçekte bu karmaşıklığı ortadan kaldırmaya ve “Kur'an'ın sırlarını” ortaya çıkarmaya ve insanlarca bilinmesini sağlamaya yöneliktir.

Kimileri “Kur'an'ın sırları” olarak kabul ettikleri çıkarsamalarını o kadar önemserler ki bunları kavramanın hayatın yegane gayesi ve insanı üstün kılan asli arayış olduğunu iddia ederler. Bu sırları bulmanın yöntemleri de farklı farklıdır. Kimi bu sırların keşfinde insanın sezgilerini kullanması gerektiğini ileri sürerken kimileri sırları keşfetmek için gerekli olanın kelimelerin hatta kelimeleri de oluşturan harflerin anlamlarının bilinmesi olduğunu iddia etmektedirler.

Aslında insanın temel zaafı üzerinde yükselen bu tür iddiaların sahiplerinin başka din ve dünya görüşleri içinde de karşılıkları bol miktarda bulunmakta ve temelinde insanın kendisini ve dolayısıyla yaptığı işi çok fazla önemsemesi yatmaktadır.

Bu haliyle Kur'an bu yazınında konusu olduğu üzere pek çok tartışmanın odağını oluşturmakta ve her bir taraf diğer tarafı temel olarak Kur'an'ı doğru dürüst anlamadığı halde ahkam kesmekle suçlamaktadır.

Peki Kur'an fantastik hikayelerle dolu bir sırlar kitabı mıdır? Yoksa tamamen standartları ortaya koyan teknik konuları içeren ve insanların teknik detayları öğreneceği teknik veri dokümanı mıdır? Veya Kur'an nasıl anlaşılmalıdır?

Kur'an'da geçmiş kavimlerin veya kişilerin örnekleştirilmesi sonucu pek çok hikayenin olduğu bir gerçektir. Yine insanların bir metni okudukları zaman içinde bulundukları psikolojik ortamın kendilerini yönlendirdiği amaç (niyet), sahip oldukları zeka düzeyleri ve bilgi birikimleri sebebiyle metni farklı farklı anladıkları da bir gerçektir. Kur'an'ın ibadetlerle, yapılması gerekenler (helaller) veya kaçınılması gerekenler (haramlar) ile ilgili bazı temel teknik verileri içerdiği de bir gerçektir. Ama bunların Kur'an'ın asli mesajını oluşturdukları iddiası tamamen zorlamadır. Kur'an'da mesaj için aslen "kalbi olanlara nasihat" denmekte olup bu peygamberin islamın "Allah için, Rasul için ve müminler için nasihat olduğu" ifadesiyle örtüşmektedir.

Ayrıca her mesaj gibi Kur'an da aslen anlaşılmak için gönderilmiş olması sebebiyle ve gerek Bilal gibi eğitim düzeyi düşük bir köle gerekse Selman gibi çok ileri düzeyde eğitim görmüş bir prens onun temel mesajını gayet iyi anladığına göre Kur'an'ın asli mesajını anlayabilmek aslında hiçte zor olmasa gerektir. Mesajının aslını anlamak istediğimiz diğer herhangi bir kitaba uyguladığımız tekniği Kur'an'a da uygularsak mesajının aslına çok rahatlıkla ulaşabiliriz. Bu teknik uyarınca önce Kur'ana bütünsel yaklaşıp sonrada özetlememiz gerekmektedir.

Kur'an'ı özetlediğimizde temelinde iki tespit ve bir uyarının yattığını göreceğiz. Tespitlerden ilki kainatı ve içinde var olan her şeyi Allah'ın yaratıp çeşitliliğinde temelinde olan birlik (tevhid) uyarınca idare ettiği hakikati ve kendini çok fazla önemseyen biz insanlara bizim gibi nicelerinin gerek şimdi gerekse geçmişte var olduğu dolayısıyla hiç kimsenin kendisini abartmaması gerektiği tespiti ve herkesin bu yaşamlarının sonucunda mutlaka öleceği ve yaptığı zerre kadar iyiliğinde kötülüğünde karşılığını mutlaka göreceği uyarısıdır. Diğer anlatılanlar kısaca iyilik ve kötülük yapmayı alışkanlık edinenlerin algılayış ve davranış yöntemlerinin ve karşılaşacakları akıbetin insanlara hatırlatılmasıdır.

Evet içinde yaşamakta olduğumuz kainat yoktu ve Allah onu var etti. Bunca çeşitliliğine, farklılığına, ayrılığına hatta zıtlığına karşın Allah bu kainatı birlik esasıyla idare etmektedir. Bunun Muhammed Mustafa'daki karşılığı yönetimde farklı toplumlara hatta müşriklere bile karşıdakinin yaşam hakkına saygı gösterdiği nispetle meşruiyet verilmesi ve yaşam hakkı tanınmasıdır.

Evet bizim gibi milyarlarca insan yaşadı ve halen yaşamaktadır ve biz sadece onlardan biriyiz. Dolayısıyla kendimizin çok özel olduğumuzu iddia etmemizin ve insanların bize tapmasını talep etmemizin bir anlamı yoktur. Bunun Muhammed Mustafa'daki karşılığı “bende senin gibi kuru et yiyen bir kadının çocuğuyum” cümlesinin ifade ettiği hakikattir.

Yaptığımız en ufak iyiliğinde, en ufak kötülüğünde karşılığını göreceğimiz bize yaşamakta olduğumuz hayatın sorumsuzca yaşanamayacak kadar kıymetli ve önemli olduğunu ve yaşadığımız her anın ve karşılaştığımız her olayın bize yüklediği sorumluluğun idrakinde olmamızın olmazsa olmaz olduğunu ifade eder. Böylece hayatımız anlamsız bir koşturmaca olmaktan kurtulur kimlik ve anlam kazanır.

Bu durumda bizden kulak vermememiz ve uyarınca hayat tesis etmemiz beklendiği halde fantastik balonların gümleriyle arada kaybolup güme giden Kur'an'ın mesajı kendimizi abartmadan yerimizi bilerek kainat ile uyum içinde erdemli bireyler olmamız ve böylece içinde yaşadığımız toplumu erdemli olmaya zorlamamız ve böylece içine katıldığı yapıların bozulmasını ve kokuşmasını engelleyen tuz gibi içinde bulunduğumuz toplumun ve dünyanın kokuşmasını engelleyerek emanetimizi anlımızın akıyla sahibine teslim etmemizdir.

Bu kadar sade olan hakikat sadeliği sebebiyle biz insanlara yavan geliyor olsa gerektir ki biz insanlar hayatlarımıza büyük idealler, sırlar, politik hırslar, olmayacak hayaller gibi pek çok fantastik öge katarak hayatlarımızı kendimiz için daha tatlı ve çekilir kılmaya çalışmaktayız. Aslında belli oranda bu hepimiz için normaldir zira yaratılışımız gereği sürekli zaman geçirecek meşgaleler arayıp durmakta böylece bize bahşedilen en kıymetli sermaye olan zamanı boşa akıtışımızın üzerimizde oluşturduğu baskıyı örtmeye ve aslında da “akıp gitmekte olan zamanı heder etmekteyiz”. Ama asıl sorun herhalde bunun abartılarak dozunun kaçırılması ve biz insanların başkalarını da katarak kendimizi kandırmamızı yaygınlaştımaya devam etmemizdir.

Ve muhtemelen biz insanların hakikat karşısındaki tutumlarımız sebebiyle Muhammed Mustafa “benim bildiklerimi bilseniz az güler çok ağlardınız”, Ali de “ilim bir noktaydı cahiller onu çoğalttı” deme gereği duymuştur.

Akıp giden bu zaman karşısında yalnız iman ile yanan bir kalbe sahip olup, övgüye layık işler yapanların ve birbirlerine hakkı, sabrı ve merhameti tavsiye edenlerin kurtulduğunu bilenlere ve bilgisini eyleme dökenlere ne mutlu!
Read more
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN ...
6

Pers Prensi ...

Tanıdın mı Pers Prensini? Hani dedelerinden biri Sasani İmparatoru olanı? Hani kendisi bir babanın tek oğlu olanı? Ve ailesinin üzerine titreyip durduğunu? Ya bildin mi onun arayışını? Ateşgedelerin mabedinde tutuşturduğu ateşi bağrından çıkardığını? Ve bağrını yakanın o ateşlerden çok daha güçlü olduğunu? Ya hakikate dokunduğunda acı bir tercihle karşı karşıya kaldığını? Ve hakikate talip olup yurdunu terk ettiğinde neleri ardında bıraktığını?

Ve bıraktıklarının bugün bizim için ne değerler ifade ettiğini? Ve herkesin, kendi dedeleriyle kıyaslanamayacak dedelerinden bahsedip öğündükleri bir mecliste ben İslamın oğluyum diyerek atalarla öğünmenin bir anlamı olmadığını vurguladığını? Halbuki onların hiçbirinin dedesi onun dedelerinden herhangi birinin huzuruna binbir zahmetten sonra eğilmeden ve saygı göstermeden giremezlerdi. Ama bunun hakikat karşısında ne önemi vardı? Onun bu tutumu karşısında Pak O'na “benim Ehli Beytimdendir” buyurdu. Ve bununla O da o en kutlu halkaya dahil oldu.

Evet bildiniz bahsettiğimiz Sasani İmparatoru Behnüzan'ın torunlarından Sasani Prensi Mabeh bin Buzahşah bin Mursilan bin Behbudah bin Firüz ya da O Pak'ın ona verdiği ismiyle Salman ul'Hayr veya en bilinen adıyla Salman-i Farisi'ydi.

O günün “Medeni” dünyasında soylular yönetici hatta İmparator olabilirlerdi ve O da o soylulardan biriydi. Soylu aileye mensup kimseler nasıl bir eğitimden geçerlerse O da onların hepsinden geçmişti. Askeri taktikleri de bilirdi yönetimin inceliklerinide. Ki bunu daha sonra gerek Hendeğin kazıldığı Ahzap günü gerekse İran'ın fethinde gösterecekti. Ama O'nun derdi bunların çok ötesinde ve üstündeydi. O'nun bağrını yakan Mecusilerin “aydınlığın, bilginin, adaletin” sembolü olarak yaktıkları ateş değil hakikatin esrarının tutuşturduğu ateşti.

Kendi denkleri kendi konumlarını sağlamlaştıracak faaliyetler kovalarken ve ittifaklar peşinde koşarken, O'nun daha üst düzey bir yönetici hatta İmparator olmak gibi bir sevdası yoktu. Zira O bütün benliği ve samimiyetiyle “hakikat” üzerinde odaklanmıştı. Aslında dindar bir Mecusi de sayılırdı ama dinlarlığı ruhsuzca kuru kurallar bütününe sıkı sıkıya sahip olmanın çok ötesinde hakikat arayışından kaynaklanmaktaydı.

Ve bir gün babasının yönettiği kasabanın çarşısında gezerken hayatının kırılmasını yaşadı. Çarşıda bir Hristiyan bilge ile karşılaştı sonra tartıştı. Bilgenin dilinde “insanı insan olmaya çağıran” Mesihin (Hrist) mesajı vardı ve kendisi de bu mesajın yetkin bir taşıyıcısıydı. Aslında mesaj tohum gibiydi sadece Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olan mübit kalplerde en mükemmel şekilde boy atabilir hayat bulabilirdi. Ve Bilgenin hali Maheb'i büyüledi. Aradığı şeyi hiç bu kadar yalın ve yakın görmemiş ve hissetmemişti. Mecusilikte de bu mesajın izleri vardı ama bu asli mesaj pek çok seramoni ve ritüellerin arkasında görünemez hale gelmiş ve kaybolmuştu.

Derken O bilgeye “bende” olmaya karar verdi. Oysa kendisinin önünde eğilen pek çok bendesi vardı. Ve kendisi ailesinin gözdesiydi. Değil O bilgeye bende olması evden uzaklaşmasına bile tahammülleri yoktu. Aslında kendiside ailesine çok düşkündü. Dünyada en çok sevdiği kimseler onlardı. Ama hakikat tutkusu herşeyin üstündeydi. Ve o bilgenin ardınca evi ve evin ona sunduğu bütün imtiyazları terk etti.

Artık ipekli sırmalı elbiseler giymeyecekti ve kimse onun önünde eğilmeyecek ve ona hizmet etmeyecekti. Ama o manen bilgenin önünde eğildi ve sadık bir bendesi olarak ona hizmeti şeref bildi. Öğrendiği veya öğrenmeye heveslendiği şeyler zannedildiği gibi çok az kimsenin bildiği insanı uçuran şeyler değildi. Zaten insana uçsun diye kanatlar değil yol yürüsün diye ayaklar verilmişti. Öğrendikleri yönetimi ele geçirmesine yarayacak gizli bilgiler de değildi ki O zaten o hevesleri hep ardında bırakmıştı.

Hocasıyla Eskişehir, Sivrihisar, Kapadokya dahil pek çok yeri gezmişlerdi. Erdeme yani gerçek bir insan olmaya yol yürürken bilge hocası sayılı günlerini tamamlamak üzereydi. Kendini yollar ortasında iz bilmez halde görüp hocasına “şimdi ben ne yapacağım?” dedi. Hocası “artık bizim meşrebimizden pek kimse kalmadı ama zamanın sahibinin zuhru yakındır ve o Yesribe hicret edecektir sana oraya gitmeni tavsiye ederim” dedi. Son sorusu “Onu nasıl tanıyacağım” olmuştu. Ölüm döşeğindeki bilgenin cevabı “ona sadaka verirsen alır yemez dağıtır, hediye verirsen alır hem kendi yer hemde dağıtır” oldu. Artık yolu belli olmuştu. Hocasının ölümünden sonra önce Şam'a gitti. Şam'da Yesribe giden bir kervancıyla kendisini Yesribe götürmesi için anlaştı.

Kervancı Sasanilerin o günün dünysasındaki gücü ve onun Sasani kökenli olması sebebiyle ilk önce tereddüt ettiysede, onun paspal ve münzevi halinden güç alarak yolda onu köle olarak satacağını ilan etti ve bağlattı. Maheb durdu ve belkide gülümseyerek “kader veya sevgilinin cilvesi” dedi. Ve böylece herkesin önünde eğildiği prenslikten herkesin önünde eğilmek zorunda olan köleliğe gelmişti.

Derken kervancı onu Yesrib'de bir Yahudiye sattı. Ve O herhalde hayatında en çok buna sevinmişti. Zira Allah böylece Onu menziline erdirdi. Artık O'nun için bekleyiş başlamıştı. Dilini doğru dürüst bilmediği bu topluma yavaş yavaş alıştı. Ve derken Mekke'de açan gülün kokuları Yesribi de sarmaya başladı. Yesrib'den 12 kişi kendisine biat etmiş ve Zamanın sahibi Mus'ab'ı Yesriblilere “hakikati” anlatsın diye göndermişti.

Duydukları Hocasının sözünü teyit ediyordu ama henüz O'nu görmemişti. Derken Zamanın Sahibinin Yesribin 1,5 km batısındaki Kuba'ya geldiğini duydu. Efendisi olan Yahudiden Onu görmek için izin istedi. O kadar tutkuluydu ki adam karşı koyamadı. Ve O eline iki avuç hurma alarak Kuba'nın yolunu tuttu.

Kuba'ya vardığında O'nun olduğu mescide vardı. Şöyle bir baktı, aslında gördüğünü gönlü yalanlamadı ama hocasının son işareti de yerini bulsun istedi. Ve O Pak'ın önüne bir avuç hurma koydu. Pak “bu nedir?” diye sordu. O “bu benim sana sadakamdır” dedi. Pak aynen Hocasının dediği gibi aldı ve etrafındakilere dağıttı. Belki de o anda sevincinden havaya fırlayacaktı ama kendini tuttu, zira son işarette yerine gelsin istedi. Ve O Pak'ın önüne bir avuç daha hurma koydu. Pak “bu nedir?” diye sordu. O “bu benim sana hediyemdir” dedi. Ve aynen Hocasının dediği gibi O Pak o hurmadan hem kendi yedi hem de etrafındakilere dağıttı. Artık sevincinden adeta havaya uçmuştu.

Adeta O'nu tasdik etmek için “ötelerden koşarak gelmişti”. Nihayet Hocasını, Zamanın Sahibini bulmuştu. Onun yanında olacak onunla yaşayacak ve gerekirse onunla ölecekti. Ama arada kölelik engeli vardı. Bir zaman sonra Pak'a “ya Rasulullah her zaman sizinle birlikte olmak istiyorum ama bu kölelik yüzünden sizden ayrı kalıyorum” dedi.

Pak para topladı ve parayı Ali'ye verdi ve “git Salmanı getir” dedi. Ali Yahudinin yanına vardı ve Salmanı almak istediklerini söyledi. Yahudi Salman karşılığında normalin 10 katı para istedi ve Ali tereddütsüz istenen parayı ona verdi. Yahudi onlar giderken arkadan “O aslında verdiğinin onda biri ederdi” deyince Ali Yahudiye “Vallahi bizden istediğinin 10 katını da isteyecek olsaydın sana onu verecektik” dedi.

Ensar ile Muhaciri kardeş yapan Zamanın Sahibi Onu da Ebu Derda ile kardeş kıldı. Artık O da bütün benliğiyle Pak'ın dizinin dibindeydi. Buraya varabilmek için neleri terk etmişti, kimleri çiğnemişti ama acısını bağrına gömmüş ve bir kez dönüp ardına bakmamıştı.

Derken “insanlar onlara düşmanlarınız size karşı ordu topladılar” dediklerinde, O kendilerinin kuşatmaya uğrayacak şehrin etrafında hendek kazman gibi bir taktiklerinin olduğunu ifade etti. Muhtemelen kendisi hiç daha önce hendek kazmak zorunda olunan bir ortamda bulunmamıştı. Ama yönetici aile mensuplarına her tür savaş taktikleri öğretilirdi ve onlarda bunu çok iyi bilirdi.

Derken hendekte en canhıraş çalışan da yine kendisiydi. Öyleki hiç kimse Salmanı paylaşamıyordu. Herkes “Salman bizdendir” diyordu. Bunun üzerine Pak şöyle buyurdu “Salman ul'Hayr benim Ehli Beytimdendir”. Bu Salmana yeterdi ve O'nun için herşeye değerdi.

Daha sonra Hz. Peygamber pek çok konuda Salman'a danışırdı zira o zeki ve birikimliydi ve herşeyin ötesinde çok samimi ve içtendi. Sadece O'nunla hiç hanımlarının yanına uğramadan bazen sabahlara kadar sohbet ederdi. Ve birbirleriyle sobhet etmeye doyamazlardı.

Bir gün Pak'a sahip çıkarak sahabesi olma şerefine erenler mescidde toplanmışlar muhabbet ediyorlardı. Derken söz dönüp dolaşıp ataları saymaya ve onların yaptıklarıyla övünmeye varmıştı. Herkes saydı saydı sıra Salmana geldiğinde O “ben Salman bin İslam'ım” yani İslamın oğlu Salmanım dedi. Bununla kendisi için tek meşruiyet kaynağının İslam olduğunu bunun ötesinde hiçbir meşruiyet kaynağını tanımadığını ifade etmiş oldu. Oysa O, orada bulananlar içinde ataları en itibarlı olan ve onların yaptıklarıyla övünmeye en layık olandı.

Bunu duyan Rasul “muhakkak ki Salman benim Ehli Beytimdendir” buyurdu. Hatta bu olaydan sonra içlerinde Ömerinde bulunduğu pek çok sahabe bir süre kendilerini “İslamın oğlu” olarak tanımladı.

Yine birgün mescidde oturmuş arkadaşlarıyla sohbet ederken "Dostu" mescide girdi, sonra ellerini Onun omuzuna koyarak "imanı süreyya yıldızına koysalar bunlardan bir toplum mutlaka gider ve onu oradan alır" buyurdu.

Bir gün Pak'a kendisinin daha önce birlikte olduğu erdemli ama Pak'a tabi olmamış kimselerin akibetini sordu. Onların sonu ne olacaktı Allah bu soruya bizzat vahiyle yanıt verdi. Ve cevap "Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Sabiilerden Allaha ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenlere korku yoktur onlar mahzunda olmayacaklardır" ayetindeydi.

Derken Zamanın Sahinin vuslat vakti yaklaştı. Refiki alaya vuslatı sonrası oluşan kısa süreli kargaşada O kendi gibi o toplumda çok ciddi bir kökü bulunmayan fakat Rasülün gözdelerinden olan Bilal gibi önceden de oluğu üzere hep Ali'ye yakın durdu. Ama Ali gibi Onlarda diğerlerine gerektiğinde destek vermekten geri durmadılar.

Ve İran seferinde O da “ayyaş” Nuayman (R.A.) ile birlikte ordudaydı. Orduya fillerin olduğu bir orduya karşı nasıl savaşılması gerektiğini hep O öğretti ve İran'ın baş kenti Medain'e ilk girenlerdendi.

Ve O hakikat uğruna terk ettiği şehirlere şimdi "dileyen kullara kulluktan kurtulup yanlız Allah'a kul olsun diye" hakikat ile birlikte geri gelmişti. Bir süre onlara valilikte yaptı. Hatta bu esnada Arapça bilmedikleri için namazda okuyacakları sureleri bilmeyenler için Fatiha ve birkaç sureyi Farsça'ya çevirdi ve böylece okumalarını söyledi.

O valiyken gelen vali aylığını fakire fukaraya dağıtır kendi yaptığı çömleklerden kazandığıyla günlük iaşesini temin ederdi. Kralların adeti olduğu üzere arkasından yürüyenlere “bu sizin için iyi benim için kötü bir şey, böyle yapmayınız” derdi. Evet onlar için iyiydi zira böylece onların nefisleri kırılırdı ama arkasından yürünen için kötüydü zira bu onun nefsini kabartırdı.

Ve bu, biz müslümanların hiç kimse karşısında eğilmeyişmizin de asıl nedeniydi. Biz başkasının karşısında bizi alçalttığı için eğilmezlik etmezdik ama karşıdakinin nefsini kabartmamak ve haddi aşmasına neden olmamak için kimsenin önünde eğilmemeyi bir adet edinmiştik.

Yine Valiliği esnasında asiller gibi ipekli değilde sıradan şeyler giydiği için kendisiyle dalga geçen çocuklara gülmseyerek “bunlar önemsiz şeylerdir asıl önemli olan Allah katında olandır” derdi. Ve sürekli olarak Dostum bize “bu dünyada bir yolcu gibi olun derdi biz bu mal ve mülkler sebebiyle bir yolcu gibi olamadık” derdi. Ve bu mal mülkten kastı ise bir iki parça eşyadan başka bir şey değildi.

Zaten bütün kökleşmiş kurumlarıyla ayakta duran bu muhteşem medeniyetin çocukları, ancak bu büyük medeniyetlerinin de üzerine kurulu olduğu ve bir zamanlar Maheb'ide cezbeden ve ancak "aşk" ile beslenebilen bu kadar büyük bir sadelik ve insan merkezli idrakin önünde manen diz çökebilir ve teslim olabilirlerdi.

Salman valilikten alındıktan sonra da Medain'de yaşayıp halkına hakikati öğretmeye devam etti. Ve Havzın başında “Dostuyla” buluşmak üzere Medain'de suretler alemine gözlerini kapayıp hakikat alemine gözlerini açtı. Zaten bütün ömrünü de o ana hazırlanacak şekilde yaşamış ve o ana hazırlanabilmek adına hayatın bütün çalkantılarına göğüs germişti.



Her tür fantastik kaygıların ötesinde hikmetle sadelik dolu hakikate yürüme gayretinde olanlara ne mutlu!

Ve yine Hakikati bulma bilgeliğine, ona tabi olma isteğine ve onu başarma gücüne sahip olanlara ne mutlu!
Read more
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN ...
7

Medeniyete limon sıkmak!

Soyut düşünce ve inançların somutlaşarak medeniyete dönüşebilmeleri için öncelikle yerleşik bir toplum oluşturmaları ve sonrasında kurumsallaşmaları gerekir. Zira taşın yerinde ağır olması gibi ancak yerleşik olan toplumlar kurumsallaşarak rafine uzmanlıklara ulaşılabilir ve ancak bu rafine uzmanlaşmalar sonrası Medeniyetlerin övünç kaynağı olan gerek maddi gerekse manevi muhteşem eserler ortaya koyulabilir.

Kurumsallaşma sayesinde kökeninin İdrise vardığı söylenen Mısır Medeniyeti Devasa Piramitler ve muhteşem tapınaklar ortaya koyabilmiş ve bunların duvarlarını o günün düşünce dünyasının en muhteşem ifadeleriyle donatmış, tıpta, astronomide ve daha pek çok alanda ileri bilgi düzeylerine ulaşabilmişler ve kurdukları dev kütüphanelerde bu bilgileri sonraki nesillere aktarma yöntemlerini ortaya koymuşlardı.

Yine temeli Mısır Medeniyetine dayanan Yunan ve Yunana dayanan Roma Medeniyeti de aynı şekilde kurumsallaşarak bilgi ve birikimlerini geliştirmişler ve daha da ilerilere adım atma güç ve imkanını bulabilmişlerdir.

Öte yandan devamı olduğumuz Yahudi algılayışının kendi küçük gruplarını merkeze koyan ve tüm insanlık tarihini bu çerçevede şekillendiren kabulleri sebebiyle Kur'an'da bahsedilen hangi peygambere dayandığını tam olarak bilemediğimiz inançları ve düşünceleriyle doğu toplumları da temelde çok farklı olmayan düşüncelerle yola çıkmış ve düşüncelerini somutlaştıracak ve sonunda doruğa çıkaracak kurumları kendi bünyesinde oluşturmayı başarmışlardır. Bu şekilde günümüz teknolojisinin temelini de oluşturacak pek çok yeniliği dünyaya tanıtmışlar ve antik çağlardan buyana daima bilgi ve felsefenin merkezi olmayı sürdürmüşlerdir.

Aslında bir bütünün parçası olan ve rehberimizin kendisini “binanın son tuğlası” olarak ifade etmesine rağmen bizim bir çeşit evrimci anlayışla Muhammed Mustafa ile başlatarak zihinlerimizde diğerlerinden ayırdığımız İslam medeniyeti de benzer süreçleri yaşayarak kurumsallaşmış ve İslam Tarihi dediğimiz süreç içerisinde pek çok kez doruk yaparak muhteşem eserler ortaya koymasını bilmiştir. Ve günümüzde de kendi yolunu günümüz şartlarında devam ettirmektedir.

Peki temelde benzer düşüncelerden hareket eden fakat zaman içinde farklılaşan medeniyetler birbirlerinden gerçekte ne kadar farklıdırlar? Ve var sayılan farklılıkları, söylendiği üzere algılayış farklarından kaynaklanan köklü farklar mıdır yoksa aynı şeylerin farklı şekillerde somutlaşması ve ifade edilmesinden kaynaklanan bir yanılsama mıdır?

Bunu doğru bir şekilde ortaya koymak için medeniyet ortaya koymuş toplumların temel kurumlarına bakmamız gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında tarih içindeki bütün medeniyetlerin temel olarak üç kuruma dayandığı görülecektir. Bunlar Krallar tarafından temsil edilen silah sahipleri, Din adamları tarafından temsil edilen ilim sahipleri ve Tüccarlar tarafından temsil edilen esnaf ve zanaatkar ve ziraat erbabıdır.

Bunlar kendi içlerinde örgütlenerek içinden çıktıkları toplumun Medeniyet ortaya koyabilmesi için gerekli rafine uzmanlıkları oluşturmuşlar ve daha sonra bu uzmanlıklar çoğunlukla toplumsal sınıflara dönüşmüşlerdir. İslam Medeniyeti dediğimiz toplumsal örgü, Muhammed Mustafa'nın sınıfları reddeden ve insanların “bir tarağın dişleri gibi eşit” olduğunu ifade eden beyanları sebebiyle zahiren sınıfları reddetmiş buna karşı toplumda adı konmamış bir sınıf sistemi daima var olmuştur.

Bu yapılar bütün medeniyetlerde hemen hemen ortak yapılara sahip olmuşlar farkları genellikle nitelik değil nicelik farklarıyla sınırlı kalmıştır. Örneğin kimi medeniyetlerde saraylar, devasa boyutlarda şehir içinde şehir olacak şekilde büyük iken kimisinde onlarla kıyaslandığında çok daha mütevazı yapılar şeklinde şekillenmişler fakat örgütlenme tarzları açısından birbirlerinin kopyaları olmuşlardır. Bu bağlamda saray gelenekleri antik çağlardan günümüze kadar çok az değişiklik göstermiştir. Hatta günümüzdeki devlet geleneklerinde bile bunların türevleri mevcuttur.

Yine böyle bir kurumsallaşma sonucu Muhammed Mustafa döneminde müslümanların ibadet merkezli buluşma mekanı olan mescitler (camiler) kurumsallaşma sonrası kendinden öncekilerin yolunu takip ederek kutsal tapınma mekanlarına dönüşmüş ve asli fonksiyonunu kaybetmiş izole tapınma alanlarına dönmüşlerdir.

Bu kurumsallaşma ve neticesinde oluşan sınıflaşma her ne kadar uzmanlaşmayı getirse de sonuçta insanı hakikatin değer sahibi muhatabı olmaktan çıkarıp bir mekanizmanın parçası, dişlisi, sisteme gerekli gücü veren pil haline sokmuştur.

İnsanların işlerini kolaylaştırmak ve daha mutlu olması için kurulan kurumlar, zamanla kendileri sebebiyle insanların birbirlerine daha az muhtaç olmaları ve dolayısıyla birbirleriyle olan bağlarının zayıflaması sebebiyle insanların birbirlerine karşı duyarsızlaşarak yalnızlaşmalarına neden olmuşlardır. Ve ayrıca asıl varlık sebepleri göz ardı edilerek varlıklarının devamı için insanları öğüten dev öğütücülere dönmüş ve mutlu etmeyi hedef aldıkları fakat değersizleştirerek dişliye çevirdikleri insanı ezmeye başlamışlardır.

Artık onların amaçları ve araçları yer değiştirmiş başlangıçta hedeflerini gerçekleştirsinler diye çevrelerinde oluşturdukları yapı menfaat yapısına ve hizmet ettikleri var sayılan insanlar da bu yapıyı devam ettiren araçlara dönüşmüştür. Ve buna maalesef İslam Medeniyeti olarak adlandırılan yapıda dahildir.

Oysa bütün Medeniyetlerin temelinde yatan hakikat bir taneydi ve bu yüzden bütün dinler sadeleştirildiklerinde hepsinin ortak bir mesaja sahip oldukları ve bu mesajın kısaca “birbirimizi rabler edinmeyelim” yani kimseye ve kuruma kutsiyet atfedip Allah'ın kullarını başkalarına kul yapmayalım olduğu görülecektir.

Yine bütün bu mesajların özünde insanlar teba, taraftar, oy deposu, nefer, işbirlikçi, ortak, müttefik vs. değil hakikatin ve onun taşıyıcılarının muhataplarıdırlar ve bu halleriyle değerlidirler.

Odağa kurumları koyan Medeniyetlerin aksine elçiler odağa insanı koymuşlardır. Dolayısıyla kurumları yaşatmaya çalışanlar karşısında insanı yaşatmanın önemini vurgulamışlardır. Ve bu halleriyle elçiler, gerçekte medeniyete limon sıkmaya ve insana asıl olanın ne olduğunu hatırlatmaya ve bu hatırlatma uyarınca pratik örnekler sergilemeye gelmiş kimselerdir. Ve bu Mustafa'nın genel pratiği yanında “bir toplumun efendisi ona hizmet edendir” ifadesinde kendisini göstermiştir.

Onlar ne bir ideolojinin ne de bir medeniyetin temsilcileri olmayıp, kendini ve hayatı bilme ve hakikati kavrama yolunun başlatıcısı Adem'in temsilcileridir. Adem kulluğun gereği olarak abartıdan uzak sadeliğin ve insanın kendini bilmesinin temsilcisiyken Medeniyetler daima abartılar üzerinde hayat bulmuşlar ve kendilerini ifade etmişlerdir.

Bu açıdan bakıldığında Kabe bütün sadeliğiyle bu hakikatin hatırasını çağlara taşıyan bir nirengi noktası bir hatıradır. Hac da bu hatıranın canlı tutulmasına ve insanların kendi gerçeklerine seyahat etmesine olanak tanıyan bir yolculuktur.

Şu halde medeniyet heyulalarının ardındaki sadeliği ve duruluğu görüp, abartılı söylemleri terk ederek “neyi kaybettiğini hatırlayanlara” ne mutlu!
Read more
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN ...
6

Kimin izinde?

Her şeyin sebepsiz sebebi olan Allah, kainatı farklılıklar üzerine bina etmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki aynı özden yarattığı ve böylece kainatta var olan şeylerin bazısını sert, bazısını yumuşak, bazısını sıcak bazısını soğuk, bazısını öyle bazısını böyle yaratmış ve zıtlıklar arasındaki gerilim ve çekişme ve akış temelinde hayatı var etmiştir. Ve o yüzden hayat statik değil dinamik bir olgudur ve bu sebeptendir ki dinamizm canlıları cezbeden başlıca şeydir ve bunun en güzel göstergelerinden biri de tarihte en çok ilgi çeken şeylerin diğerlerine göre çok az bir zaman dilimini içerseler de çoğunlukla toplumlar arası savaşlar olmasıdır.

Aynı şekilde Allah insanı kendi kendine yetecek şekilde yaratmamış ve bir birlerini tamamlayacak özellikleri insanlar arasına dağıtmıştır. Kimi özellikleri kimilerine fazla verirken başka özellikleri o kimsede azaltmış ve böylece insanı kimi yönlerden üstün başka yönlerden de eksik yaratmıştır. Allah bununla insanları yaşayabilmek için birbirine muhtaç kılmış ve böylece hayatı ancak birbirine omuz vererek yaşayabileceğini insanlara göstermiştir. Ve bu yüzdendir ki insanlar tarih boyunca tek başlarına değil de hep toplumlar içinde yaşamışlardır.

Fakat bu farklılıklar insanlar arasında sanıldığının aksine gerçekte çok büyük orana sahip olmayıp sadece binde bir nispetindedir. Bu bize insanların binde dokuz yüz doksan dokuz nispetinde birbirlerinin aynı olduklarını gösterir. Ama insanlar birbirlerini benzerliklerinden ziyade farklarıyla bilirler. Ve bu yüzden olsa gerektir ki farklılıklarına çok önem verirler.

İnsanlara farklı farklı verilen bu özellikler aslında bir bütünün parçalarıyken ve bütün içinde hepsinin bir yeri ve anlamı varken, insanlar bu özelliklerinden bazılarını önemli bazılarını göz ardı edilebilir olarak görmektedirler. Ya da kimileri diğerlerine göre daha fazla sahip oldukları özellikleri ön plana çıkararak kendilerinin diğerlerine göre seçkin konumda oldukları ve nihai noktada mükemmeliyete ulaştıkları ve hata yapmayacakları düşüncesini gerek kendileri gerekse ve daha çoğunlukla maddi veya manevi açlıklarını gidermek gibi çeşitli sebeplerden çevrelerinde toplanan kimseler direk ya da çoğunlukla üstü kapalı bir şekilde etrafa yaymaya ve kabul ettirmeye çalışır dururlar.

Oysa bu insanın bütün içindeki yerini bilmeyişiyle, kendisine ve çevresine bakışıyla alakalı bir saplantı ve sapışı ifade etmektedir. Ve bunun içindir ki Allah sürekli olarak insanlar içinden doğru bakış açısını insanlara göstererek bu bakış açısını hatırlatacak ve canlı tutacak elçiler seçmiş ve bunların söylem ve yaşam pratikleriyle insanlara bu saplantılı hallerini terk etmeleri gerektiğini bildirmiş ve belletmiştir.

Bu bakış açısı doğrultusunda yaşamlarını düzenleyen kimseleri tarih boyunca örnek kimseler olarak sivriltmiş ve insanların ilgisini ve takdirini onlara yöneltmiştir. Bu yöneltme sonucudur ki hangi öğreti ve anlayış içinden çıktıklarına bakmaksızın vicdan sahipleri hala bu kimseleri hayırla yad edip durmaktadır.

Buna karşı kendisine bahşedilen özellikleri kendi üstünlüğü olarak yansıtmaya çalışan ve bu özellikleri kullanarak Allah'ın kullarını kendine kul etmeye çalışanları Allah yine tarih içinde sivriltmiş ve vicdan sahipleri katında onları lanetlemiştir.

Bu çekişmenin tarih içindeki iz düşümlerini biz Musa ve Firavun arasında mücadelede gördüğümüz gibi İsa ile döneminin sözde Alimleri arasındaki mücadelede de görmekteyiz. Yine bu çekişeme Adem ile başlayan İslam tarihinin Muhammed sonrası döneminde de kendisini Ali ve Muaviye arasında göstermiş ve en bariz ve çarpıcı örneğini Hüseyin ve Yezid arasındaki mücadelede sergilemişti.

Bu mücadele içerisinde gerek Muaviye gerekse oğlu Yezid yönetim tarzlarıyla kendilerini üstün gören ve diğerlerini aşağılayan kralların yollarını izlemiş ve her akıllı kral gibi çevresinde bu tezgahı daha iyi işletebileceği çeşitli kabiliyetten insanları istihdam etmişti. Kralların toplumunun en büyük özelliği sınıflardan oluşması ve yönetimce toplanan menfaatin toplumda adalet ekseninde değil de bu sınıflar arasında her sınıfın ağırlığına ve sisteme katkısına göre paylaştırılmasıydı ve bu haliyle aslında ticari bir şiketi andırıyordu.

Bu şekliyle, bu bakış sapmasından doğan sapkın anlayış gelen ganimeti veya zekatı veya hediyeyi mescide yığıp herkesin haberdar olması için üzerinden birkaç vakit namazın geçmesini bekleyen ve daha sonra bunları ihtiyaç sahiplerine dağıtan ve hatta “yanımda uhud dağı kadar altın olsa onun borcumu karşılayacak kadarı dışındakileri dağıtırdım” diyen ve insanları tebaa değil muhatap kabul eden Muhammed'in anlayışından çok uzak fakat çevrelerinde menfaat grupları tutan ve bunlarla malları paylaşan ve “ey ileri gelenler ben sizin için benden başka bir rab bilmiyorum” diyen ve insanları muhattap değil tebaa kabul eden kralların anlayışına çok yakındı.

Çünkü bu anlayış Samirinin ki gibi somut olanı değerli gören ve ona hakim olmayı, onu ele geçirmeyi, onu kontrol etmeyi önemseyen ve öncelleyen bir analayış olup “senin elinle bir kimsenin hidayet bulması senin için güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha değerlidir” idrakinden fersah fersah uzaktı. Ve bu haliyle aslında Adam'den Muhammed'e bütün seçilmiş olanların mücadele ettiği ve düzeltmeye çalıştığı kavrayışın ta kendisiydi.

Bunun karşısında ne peygamberlerin ne de salihlerin yolu onların bu tutumlarına karşı “onlara değil bana tapın” değildi. Ve bunun içindir ki Huseyn de böyle bir talep ve çağrıyla yola çıkmadı. O, ne dedesinin adını kullanarak iktidara geçmek derdindeydi, ne de mistik hezeyanlarla kendisini kaybetmişti. O aklı başında ve ne yaptığını bilir bir halde Muaviye ve Yezid tarafından Muhammed'in pratiğine bu da uyar şeklinde sunulmaya çalışılana karşı kendine düşeni yapmak ve bunun meşru olmadığını ortaya koymak için yola çıkmıştı.

Zira O'nun yetiştiği ocak kendisine “sana biat edeceğim ama bir krala mı yoksa bir peygambere mi biat edeceğime karar vermem gerekiyor bu yüzden seni izlemeli ve gözlemeliyim” diye Adiy b. Hatem'e anlayış gösteren ve on beş – yirmi adım sonra yollarını kesen ve sadece laf olsun diye uzun bir müddet onları tutan ve sürekli konuşan yaşlı kadını, gönlünü yapmadan bırakmayan daha sonra girdikleri odasında oturması için oradaki tek minderi Adiy'e veren ve kendisi yere oturan bunun sonunda da Adiy'in “senin bu yaptıklarını hiçbir kral yapmaz ancak peygamber yapar” diyerek biat ettiği dedesi Muhammed'in ocağıydı. Ve bu ocaktan çıkmak elbette sorumluluk isterdi.

İnsanlık tarihi boyunca her dönem olduğu gibi günümüzde de insanın benini, arzularını, heva ve heveslerini kamçılayan ve insanı kralların adetine çağıran şeytan kökenli söylemler karşısında “herkesin tarağın dişleri gibi eşit olduğunu” ve “birbirleriyle kardeş olmaları gerektiğini” bildiren ve insana her daim haddini bilmesi gerektiğini vaaz eden o kutlu nefese kulak vermek vicdan sahibi herkesin ortak tavrı olacaktır.

Şu halde sorunun bir bakış sorunu olduğunu bilen hayata “dönünce bütün gövesiyle dönen” Muhammedin baktığı yerden bakanlara ne mutlu!
Read more
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN ...
 
ip adresi
Bu blog BloggerV.com üyesidir.
Related Posts with Thumbnails
Clicky Web Analytics

Düşünce