RSS
email

Hangisiyiz?

İnsanlar bir şeyi anlayabilmek için genellikle onu bildikleri başka şeylerle kıyaslarlar. Bu sebeptendir ki Allah evrensel hakikatleri bize somut örnekler oluşturan kıssalarla anlatır ve sürekli olarak benzetmeler yapar. Bizde böylece her gün yaşayıp durduğumuz bu olayların ardındaki hakikati kavrama ve hiç bilmediğimiz olayları anlama imkanı buluruz. Yaşadığımız hayatı kavrama ve tanımlama açısından da aynı yöntemi ister istemez sürekli kullanıp durmaktayız.

Bu bağlamda yaşadığımız toplumu daha iyi kavramak ve ona göre tavır takınmak içinde genel olarak daha önce yaşamış ideal insanların içlerinden çıktıkları ve özelliklerini ve söz konusu kişilerin tepkilerini nispeten iyi bildiğimiz toplumlarla kıyaslayarak bir durum tespiti yaparız. Böyle bir kıyaslama ve kategorisazyon içinde yaşamakta olduğumuz toplumun durumunu ve bu toplum karşısında ne yapmamız gerektiğini tespitte bize çok kolaylıklar sağlar.

Bundan dolayı olsa gerektir ki üstat Seyyid Kutup Yoldaki İşaretler isimli eserinde yaşadığımız toplumu Risalet öncesi Cahili Arap toplumuyla özdeşleştirmiştir. Seyyid Kutub'un bu “Cahili Toplum” benzetmesi sebebiyle günümüzde pek çok kimse yaşadığımız çağı Risalet öncesi Cahili Arap toplumuna benzetmekte ve bu kavrayış uyarınca tavır ve davranış geliştirmektedir.

Peki yaşadığımız toplum Risalet öncesi Cahili Arap toplumuna ne kadar benzemektedir ve ayrıştığı noktalar nelerdir? Kanaatimce bu sorular asli sorular olarak önümüzde durmakta ve bizden cevap beklemektedir. Bu sorulara cevap verebilmemiz için o dönem toplumunun yapısına bir göz atmamız yerinde olacaktır.

Risalet öncesi Arap Toplumu doğru dürüst bir doktrini, düşünce temeli, amacı olmayan insanların günü kurtarma derdinde olduğu bir toplumdu. Doğal olarak böyle bir toplumda da sözlü kültür çok yaygın ve güçlüydü. Sözlü kültürün hakim olduğu bu toplumda sözün en etkin ve kolay anlatım yöntemi olan şiir haliyle duyguların, düşüncelerin, inançların ve daha pek çok şeyin iletiminde çok yaygın olarak kullanılan bir iletişim yöntemiydi. Öyle ki 400-500 yıl önce söylenmiş şiirler bile çok rahatlıkla dilden dile dolaşabiliyordu. Bu da genellikle insanların bir araya gelerek oluşturdukları sohbet ve şiir meclisleri sayesinde gerçekleştiriliyordu. Bu yaşantı tarzı, bünyesinde cömertlik, ahde vefa, yiğitlik, mertlik gibi bazı temel ahlaki ilkeleri barındırmakla birlikte genel yaşam diğer sözlü kültüre sahip toplumlarda olduğu gibi yaygın bir karmaşayı esas alan bir düzen içinde sürüp gidiyordu.

Bu doktrinel eksiklik ve sonucu oluşan karmaşık yapı sebebiyle Arap toplumu, içinde pek çok okuma yazma bilen kimse olmasına rağmen genel olarak “Ümmi” yani “okumamış” bir toplum olarak kabul ediliyordu. Bu haliyle de büyük medeniyetlerin dışında kalmış bir çeşit varoş toplumunu andırıyordu. Bu varoş toplumu yapısı sebebiyledir ki Medine Yahudileri Hz. Peygambere sıklıkla “Sen ümmilerin peygamberisin” diyorlardı.

Toplumdaki bu kargaşadan yaratıcı algısı da nasibini almıştı. Toplumdaki “hanif” olarak tanımlanan ve Allah'a ibadeti öncelleyen ve ona eş koşmayan kimselerin yanında sıradan putperest Arap toplumu da Allah'ı yaratıcı olarak kabul etmekte buna karşın O'nun yanında başka varlıklara da ilahlık atfetmekteydi. Genel olarak her kabilenin bir ilahı vardı ve bu ilahlara atfedilen “Allah'a rağmen statüleri” tam bir kaos arz ediyordu.

İşte Hz. Peygamber böyle bir toplumda dünyaya geldi ve hayatların parçalanmış zaman dilimleri içinde sürdüğü bu dünyada, varlığın tek hakikati olan ve kendisine vahyedilen tevhid akidesi uyarınca parçalanmış hayatlar süren insanlara hayatın nasıl bir bütün olarak algılanması ve yaşanması gerektiğini öğretti.

Bu toplumda zihinleri en çok karıştıran konu bu ilahlara atfedilen “şefaat” yetkisiydi. “Şefaat” Allah'ın vahyinin tecellisi olarak Hz. Peygamber'in dilinde reddedilmemiş fakat ciddi bir şekilde düzenlenerek hiç kimsenin Allah'a rağmen şefaat edemeyeceği ve şefaat konusunun tamamen Allah'ın izni dahilinde olacağı şeklinde yeniden yapılandırılmıştır. Bu idrak uyarınca Allah üzerinde hiçbir otoritenin olamayacağı ve hiç kimsenin Allah'a rağmen bir şey yapamayacağı, dolayısıyla asıl razı edilmesi gerekenin Allah olduğu, diğerlerinin de O'nun rızasına vesile oldukları orada değer kazanacakları vurgulanmıştır.

Bu toplumun kaos üzerine kurulu bu düzenlerine karşı içinde yaşamakta olduğumuz İslam toplumu bin küsür yıllara dayanan doktrinlere, kati kurallara ve dolayısıyla zahiri düzenlere sahip “düzenli” bir toplumdur. Bu toplumda “şefaat” dahil pek çok konu yüzyıllarca tartışılmış ve belli doktrinlerce nasıllığı açıklanmış ve güçlü bir düzen içinde toparlanmıştır. Örneğin günümüzde özellikle “tarikatların” çokça bahsettiği “şefaat” yetkisi her ne kadar cahili söylemle benzerlik arz etse de temelde çok büyük farklılıklar içerir. Söz konusu yetki tarikatlara göre şefaat edecek kişinin Allah'ın izniyle ortaya koyacağı bir yetki olup tamamen kendisinin de takipçisi olduğu Hz. Peygamberin yolundan gidilmesiyle doğrudan bağlantılıdır.

Bu haliyle içinde yaşadığımız İslam toplumu daha çok vahyin bizden önceki temsilcisi olan ve günümüzde genel olarak Yahudi dediğimiz Hz. İsa öncesi Beni İsrail toplumuyla büyük benzerlikler arz etmektedir. Zira günümüz Yahudi ve Hristiyan toplumları gibi Hz. İsa öncesi Yahudi toplumu da binlerce yıla varan doktrinleri, kati kuralları, düzen ve tertiplerine ve bunları zahiren koruma hususundaki olağan üstü hassasiyetine rağmen ahlaken yozlaşmış ve dolayısıyla dışardan güçlü ve bir bütün olarak görünmesine rağmen gerçekte içerden çürümüş ve dağılmaya yüz tutmuş bir toplumdu.

Bu toplumda dini mesajlar en ince detayına kadar sık elenip ince dokunmuş ve insanlara yol göstermeleri amacıyla uyulması gereken kati kurallar olarak insanların önüne koyulmuştu. Süleyman Mabedi etrafında güçlü bir dini otorite kurulmuş ve bu otorite tarafından insanların kendilerince doğru bir din algısına sahip olmalarını sağlayacak açılımlar yapılmıştı.

Bu toplumdaki dini tartışmalar her biri mesaj eksenli yoğun tartışmalar sonucu oluşmuş doktrinler arası tartışmalar olup bir düzen içinde sürüp gitmekteydi. Her tarafın kendisini temellendirdiği bir mesaj ve mantıklı bir akıl yürütme söz konusu toplumda mevcuttu. Bu sebeptendir ki İncilde anlatıldığı üzere Hz. İsa'nın mesajının ne olduğu anlaşılmaya çalışılmaktan ziyade ihtilaflı meseleler üzerindeki görüşleri sürekli olarak sorulup durmuştur.

Bu şekilde hiziplerden kurulu bir dini otorite olması, doğal olarak bu çerçevede hizipler arası menfaat paylaşım ağı oluşmasına ve her grubun yapı içerisinde bir yer tutmasına neden olmuştur. Gelenek ve menfaat paylaşımı alimlerde olması gereken “hakikat” arayışını perdelemiş ve insanların “dini” daha çok kendilerini daha etkin ifade etme ve iyi bir kariyer yapma alanı olarak görmelerine neden olmuştur.

Bu toplum, putperest ve dolayısıyla materyalist Roma hakim kültürünün de etkisiyle materyalistleşmiş ve özünde taşıdığı ruhu olan ahlaki yapısını kaybetmişti. Böylece Süleyman'a omuz verip birlikte girdikleri vadideki karıncaları bile haksız yere incitmekten imtina edecek hassasiyete sahip bir ordu kurma iradesi ortaya koyanların çocukları bütün Rahmani hassasiyetini ve dolayısıyla bilgeliklerini kaybetmişlerdir. Onlar için artık değerli olanlar “dünyalık” olarak adlandırılan şeyler olurken, din adına ortaya koyulanlar da aslen “vaziyeti kurtarma” ve “geleneğin ihyası” nevinden faaliyetler halini almıştı.

Bu algılayış ister istemez “aralarındaki kıskançlık sebebiyle” ayrışan gruplar arasındaki ayrışmanın derinleşmesine ve farklılaşmanın büyümesine neden oldu. Bu ayrışma ister istemez siyasi yapının da dağılmasına ve toplumun Roma boyunduruğu altına girmesiyle sonuçlandı. Bu durum kendileri, insanlara Allah mesajının yaşayan numunesi olmaları ve böylece insanlara rehberlik yapmaları sebebiyle seçilmiş olan toplumda yozlaşmanın büyüyüp derinleşmesine neden oldu. Bu süreç içinde kendilerine yol göstermeye çalışan peygamberlerin (Hz. İmran, Hz. Yahya vs.) kendi ahlaki yapılarını düzeltmeleri ve hayatı kavrayışlarını değiştirmeleri yolundaki tavsiyelerini içeren sesleri, bu yapının kendilerine statü ve servet kazandırdığı köklü fakat farklılaşmış alim topluluklarının ortak direnişiyle boğuldu. Daha sonra bu direnci kırmaya çalışan Hz. İsa'nın o ölü bedenlere hayat veren nefesini de kesmeyi başardılar.

Hakikate gözlerini ve kalplerini kapatıp, Yusuf'un kardeşleri gibi malum cürümü işlerken elbette kendilerince tamamen haklı zemin de bulmuşlardı. Yani işi Hüseyni Kerbela'da doğrayanlar dahil tüm haksızlıklarını perdeleyip meşruiyet kazanma derdindekilerde oluğu üzere kitabına gayet güzel bir şekilde uydurmuşlardı. Ama yaptıkları aslında tüm üzerini örtme gayretlerine rağmen, ahlaki çöküntülerinin boyutunu da net bir şekilde ortaya koymaktaydı.

Her ne kadar yozlaşmış toplum, değer yargılarındaki sapma nedeniyle cahili toplumun bir versiyonu olsa da özellikleri itibariyle farklı tanımlamayı gerektirir. Bu sebepten günümüz İslam toplumu bana göre yapı itibariyle cahili Arap toplumundan ziyade kendilerinden başkasını imanlı kabul etmeyip kafir olarak gören yozlaşmış Yahudi toplumunu andırmaktadır. Bu da kanaatimce Hz. Peygamberin “siz sinden öncekilerin gittiği her yoldan gideceksiniz” mealindeki hadisinin tecellisidir.

Elbette dünyanın başka yerlerinde bu cahili Arap toplumlarının yapısına sahip toplumlar vardır ama İslam toplumu kesinlikle bu yapıya sahip değildir. Bu zannedildiğinin aksine Hz. Peygamberin örnekliğini gölgelemez, fakat onun hayatı ve mücadelesi boyunca yaptığı vurguları daha iyi anlamamıza neden olur. Gerçekte O'nun mücadelesi boyunca Allah'ın Mekke dönemindeki mesajlarının asli vurgusu putperestlik üzerine iken, Medine döneminde vurgu iki yüzlülük ve doğurduğu ikircikli ruh hali ve toplumsal yapıya yönelmiştir. Dolayısıyla Allah'ın Hz. Peygamber'e vahyettiği mesajın vurgusu da Medine hicretten sonra belli bir zamana kadar müşriklerle dolu olduğu halde değişen toplumsal yapı ve karşılaşılan sorunlar itibariyle değişim göstermiştir. Yoksa makul hiçbir insanın yapmayacağı üzere Hz. Peygamber tarafından da her toplumsal yapı ve tavra aynı vurguyla aynı tepki oraya koyulmamıştır.

Bu nedenle biz müslümanlara düşen kendi konumumuzu iyi tespit edip, eksikliklerimizi gidermenin yollarını aramak ve böylece insanlık için çıkarılmış vasat bir ümmet olmanın gereğini “kendini unutmadan” insanlara “iyiliği emredip kötülükten alıkoyarak” yerine getirmektir. Ancak bu şekilde insanlık kokuşmadan kurtulabilir ve yaratılış amacı olan “hilafet” görevini yerine getirebilir.

Başkalarına iyiliği emredip kendini unutanlardan” olmayıp “arınıp”, “rabbe varan yol tutanlara ne mutlu

Bookmark and Share

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Sevgili Ahmet,

"Hangisiyiz?" başlığın, bir kıyaslama ve tercihi içermekle beraber, aralarında kıyas ve tercih yapılacak tarafların kimler olduğu uzun bir okumadan sonra anlaşılıyor. Bunu sonuç cümlelerinde belirginleştirip, netleştirebilirdin.

Bir de yaşadığımız toplumun risalet öncesi Cahili topluma değil de risalet çağı yahudi toplumuna benzediği iddianın içini bugünden notlar düşerek doldurabilirdin. Halbuki bugünden çok az söz etmişsin. Bu yönüyle yazın daha çok tarihsel, bir hızlı bilgilendirme gibi durmuş.

Ama ana hatlarıyla iyi bir yazı. Eline, yüreğine sağlık. Yazılarının devamını bekliyorum...

AmaTT dedi ki...

Öncelikle bu samimi eleştirin için teşekkür ederim. Kesinlikle sonraki yazılarımda bu eleştirini dikkate alacağım.

Aslında bende tarihsel bir bilgilendirme yapmak ve bizden öncekilerden bahsederken sürekli olarak kendimizi onlardan soyutlamamız karşısında bizim aslında onların bir uzantısı olduğumuz ve onlardan ayrı olmadığımız anlayışını pekiştirmek istiyorum.

Bu bağlamda eleştirilerinizin devamını beklerim.

Yorum Gönder

Genel ahlak kuralları dahilinde istediğiniz şekilde eleştiri ve yorum yapmakta özgürsünüz!

 
ip adresi
Bu blog BloggerV.com üyesidir.
Related Posts with Thumbnails
Clicky Web Analytics

Düşünce